Haldenanlayana...
Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Akşamlardan, gecelerden, senden uzağım
Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen
Durgun sular gibi azalacağım
Bir gün, birdenbire çıkıp gelmesen.
Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince
Yalnız gözlerime bak diyeceksin.
Ellerim usulca ellerine değince
Kaybolup gideceksin
Bir elim seni çizecek bütün pencerelere
Bir elim seni silecek.
Kalbim: Ebemkuşağı; günde bin kere
Senin için yeni baştan can kesilecek.
Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde
Sonra seni kaybetmek hemen her yerde
Ne güzel bineceğim vapurları kaçırmak
Yapayalnız kalmak iskelelerde.
Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Akşamlardan, gecelerden, senden uzağım
Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen
Durgun sular gibi azalacağım
Bir gün, birdenbire çıkıp gelmesen.
Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince
Yalnız gözlerime bak diyeceksin.
Ellerim usulca ellerine değince
Kaybolup gideceksin
Bir elim seni çizecek bütün pencerelere
Bir elim seni silecek.
Kalbim: Ebemkuşağı; günde bin kere
Senin için yeni baştan can kesilecek.
Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde
Sonra seni kaybetmek hemen her yerde
Ne güzel bineceğim vapurları kaçırmak
Yapayalnız kalmak iskelelerde.
Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
şaşırdım kaldım işte! .....
sözde senden kaçıyorum dolu dizgin atlarla
bazen sessiz sedasız ipekten kanatlarla
ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarlarla
karşıma çıkıyorsun en soğuk mimiklerle
adını yazıyorum bulduğum fırsatlarda
yüreğimin başına noktalarla, hatlarla
başbaşa kalıyorum sonunda hayallerle
sözde sana koşuyorum dolu dizgin atlarla
ne olur bir gün beni kapında olsun dinle
öldür bendeki beni sonra dirilt kendinle
çarpsan kara sevdayı en azından yüzbinle
nasıl bağlandığımı anlarsın kemendinle
kaç defa çıkıp geldim buralara inatla
ama her dafasında dönemedim seninle
hangi düğüm çözülür nazla, sitemle, kinle
ne olur bir gün beni kapında olsun dinle
şaşırdım kaldım işte bilmemki nemsin
bazan kızkardeşimsin bazan öpöz annemsin
sultanımsın susunca; eksilmeyen çilemsin
orada ufuk çizgim, burada yanım yöremsin
beni ruh gibi saran sonsuzluk dairemsin
çaresizim çaremsin,
şaşırdım kaldım işte bilmemki nemsim
sözde senden kaçıyorum dolu dizgin atlarla
bazen sessiz sedasız ipekten kanatlarla
ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarlarla
karşıma çıkıyorsun en soğuk mimiklerle
adını yazıyorum bulduğum fırsatlarda
yüreğimin başına noktalarla, hatlarla
başbaşa kalıyorum sonunda hayallerle
sözde sana koşuyorum dolu dizgin atlarla
ne olur bir gün beni kapında olsun dinle
öldür bendeki beni sonra dirilt kendinle
çarpsan kara sevdayı en azından yüzbinle
nasıl bağlandığımı anlarsın kemendinle
kaç defa çıkıp geldim buralara inatla
ama her dafasında dönemedim seninle
hangi düğüm çözülür nazla, sitemle, kinle
ne olur bir gün beni kapında olsun dinle
şaşırdım kaldım işte bilmemki nemsin
bazan kızkardeşimsin bazan öpöz annemsin
sultanımsın susunca; eksilmeyen çilemsin
orada ufuk çizgim, burada yanım yöremsin
beni ruh gibi saran sonsuzluk dairemsin
çaresizim çaremsin,
şaşırdım kaldım işte bilmemki nemsim
Sana bir uygarlığı getirdim; anlamadın
Yavuz kahramanları, şiirin burçlarını
Ayak ucuna koydum gecenin saçlarını
Urganmış boynumda taşıdığın gerdanlık
Sana hükümdarlığı getirdim; anlamadın
Sevda suya karışır, sızar kan dağlarına
Köpüren yüreğimde zıpkınlanır umutlar
Yüzün tunç gibi çöker ülkemin bağlarına
Irmaklar bilmediğin kadar hülyalı akar
Her vadi bir yanıyla senin yüzüne bakar
Bir yanında münzevi hıçkıran Leyla kuşu
Sen henüz tanımadın sevda denen yokuşu
Sen henüz yorulmadın yokuşta devler gibi
Yıkılmak üzre olan çaresiz evler gibi
Sen henüz vurulmadın uçarken göklerinde
Sen henüz bir oltaya takılmadan derinde
Karalar bağlamadın; beni anlayamazsın
O kalp sende oldukça gülüm, ağlayamazsın
Seni bir yıldız gibi koyacağım göklere
Her gece ışığını ruhumdan alacaksın
Aldanma gururunu okşayan çiçeklere
En güzel güllerini ruhumla alacaksın
Kopacak sanıyorsun bu ip ince yerinden
Bu ipin her çizgisi yaralı bir dev gibi
İnecek sanıyorsun bu bayrak gönderinden
Bu sevda tükenecek sönen bir alev gibi
Sen hala anlamadın sevginin en hasını
Sen hala çözemedin ırmağın dünyasını
O, coşkun bir denizin sularına yürürken
Sen hasta bir çeşmeden doldurmuşsun tasını
Gittiği her iklime sevdanı götürürken
Gözyaşı çukuruna gömmüşsün deltasını
Henüz bir tokat gibi inmedi yüzüne aşk
Kalbine çivilerle gömülmedi ayrılık
Görmedin bir arslanın can çekişen resmini
Yalnızlık kitabında okumadın ismini
Bir takvim yaprağında yanmadı bakışların
Dökülen tüylerine tutunmadın kuşların
Karanlık köşelerde acı acı gülmedin
Sen henüz kovulduğun kapılarda ölmedin
O Celali uykudan uyanmadın, uyanma
Düşlerimin rengine boyanmadın, boyanma
Bir kuş gibi çırpınan kalbimin kafesine
Bir avuç yem bıraksan ölür müsün, a gülüm
Feryadı kayaları parçalayan sesine
Ömür boyu yabancı kalır mısın, a gülüm
Sen henüz bir zindanın küflü duvarlarına
Çarpmadın gözyaşıyla boğulan gözlerini
Sen henüz diken diken saplamadın göğsüne
Dudağında kuruyup dağılan sözlerini
Sen henüz dokunmadın yalnızlığa kan gibi
Acıyı kaynatmadın içinde volkan gibi
Karalar bağlamadın beni anlayamazsın
O kalp sende oldukça gülüm, ağlayamazsın
Yavuz kahramanları, şiirin burçlarını
Ayak ucuna koydum gecenin saçlarını
Urganmış boynumda taşıdığın gerdanlık
Sana hükümdarlığı getirdim; anlamadın
Sevda suya karışır, sızar kan dağlarına
Köpüren yüreğimde zıpkınlanır umutlar
Yüzün tunç gibi çöker ülkemin bağlarına
Irmaklar bilmediğin kadar hülyalı akar
Her vadi bir yanıyla senin yüzüne bakar
Bir yanında münzevi hıçkıran Leyla kuşu
Sen henüz tanımadın sevda denen yokuşu
Sen henüz yorulmadın yokuşta devler gibi
Yıkılmak üzre olan çaresiz evler gibi
Sen henüz vurulmadın uçarken göklerinde
Sen henüz bir oltaya takılmadan derinde
Karalar bağlamadın; beni anlayamazsın
O kalp sende oldukça gülüm, ağlayamazsın
Seni bir yıldız gibi koyacağım göklere
Her gece ışığını ruhumdan alacaksın
Aldanma gururunu okşayan çiçeklere
En güzel güllerini ruhumla alacaksın
Kopacak sanıyorsun bu ip ince yerinden
Bu ipin her çizgisi yaralı bir dev gibi
İnecek sanıyorsun bu bayrak gönderinden
Bu sevda tükenecek sönen bir alev gibi
Sen hala anlamadın sevginin en hasını
Sen hala çözemedin ırmağın dünyasını
O, coşkun bir denizin sularına yürürken
Sen hasta bir çeşmeden doldurmuşsun tasını
Gittiği her iklime sevdanı götürürken
Gözyaşı çukuruna gömmüşsün deltasını
Henüz bir tokat gibi inmedi yüzüne aşk
Kalbine çivilerle gömülmedi ayrılık
Görmedin bir arslanın can çekişen resmini
Yalnızlık kitabında okumadın ismini
Bir takvim yaprağında yanmadı bakışların
Dökülen tüylerine tutunmadın kuşların
Karanlık köşelerde acı acı gülmedin
Sen henüz kovulduğun kapılarda ölmedin
O Celali uykudan uyanmadın, uyanma
Düşlerimin rengine boyanmadın, boyanma
Bir kuş gibi çırpınan kalbimin kafesine
Bir avuç yem bıraksan ölür müsün, a gülüm
Feryadı kayaları parçalayan sesine
Ömür boyu yabancı kalır mısın, a gülüm
Sen henüz bir zindanın küflü duvarlarına
Çarpmadın gözyaşıyla boğulan gözlerini
Sen henüz diken diken saplamadın göğsüne
Dudağında kuruyup dağılan sözlerini
Sen henüz dokunmadın yalnızlığa kan gibi
Acıyı kaynatmadın içinde volkan gibi
Karalar bağlamadın beni anlayamazsın
O kalp sende oldukça gülüm, ağlayamazsın
bileydim lâyık olmadığını
yürür müydüm yollarında
sen birazı tereddüt
birazı kan ve gurur
acılarla beslenen bir zakkum çiçeğisin
oysa hep ışıl ışıl
hep rengârenk göründün bulutların ardında
anlayamadım
yeşil sadece zehir dumanlı gözlerinde
özlem sadece tûfan
her akşam kefen giydi yüreğim kollarında
her gece bir giyotin
rüyalarım hıçkırık
kâbuslarım ölümdü
ellerin yavaş yavaş beni bataklığına
beni isyana gömdü
şimdi kopardım urganlarını
dostluğum da sensiz, düşmanlığım da
ırmak ikiyüzlü akar mı sandın
güneş karanlıktan korkar mı sandın
git, seninle gitsin pişmanlığım da
bileydim lâyık olmadığını
yürürmüydüm yollarında
yürür müydüm yollarında
sen birazı tereddüt
birazı kan ve gurur
acılarla beslenen bir zakkum çiçeğisin
oysa hep ışıl ışıl
hep rengârenk göründün bulutların ardında
anlayamadım
yeşil sadece zehir dumanlı gözlerinde
özlem sadece tûfan
her akşam kefen giydi yüreğim kollarında
her gece bir giyotin
rüyalarım hıçkırık
kâbuslarım ölümdü
ellerin yavaş yavaş beni bataklığına
beni isyana gömdü
şimdi kopardım urganlarını
dostluğum da sensiz, düşmanlığım da
ırmak ikiyüzlü akar mı sandın
güneş karanlıktan korkar mı sandın
git, seninle gitsin pişmanlığım da
bileydim lâyık olmadığını
yürürmüydüm yollarında
yanıma alarak incinen tabutları
duyguların mıknatıslı şehrini
cam renkli cenazeleri
paslanan çekiçleri
gitmeliyim buralardan seninle
giderken buralardan seninle
yanımda hüzün olmalı
ocağımda işaret biriktiren ellerin
bir de yüzün olmalı
tabut bir elbise gibi üstümde
dökerken anlamsız kuşkularını
sunacak ağrıyan hücrelerime
mıknatıslı şehir muştularını
cam renkli cenazelerden
yüreğim bir orduyu diriltirken yeniden
arlıksız okşayıp paslanan çekiçleri
birer birer dikeceğim bahçeme
masalarda kalan, kutsanan çiçekleri
ağlamaklı gülmekte
lezzetini yitirmiş kuru ekmekte
ihanete uğrayan bir yürekte
gideceğim buralardan seninle
şarap kahrından yıllanabilir
aceze fotoğraflarda büyüyen
yangın külenebilir
asil bir soy kütüğü taşıyan akreplerin
katlettiği kelebekler
mercan dudaklarda dillenebilir
şarkıları artık duyamıyorum
kırılan yayın yerine
hilal kaşlarını koyamıyorum
öyle tutkunumki denizlere
uzaktan bakmaya kıyamıyorum
yıkarak köprüleri, yakarak gemileri
mütavazi ellerin, kınalı gözlerinle
ardımdan ağlatarak kabartma resimleri
gideceğim buralardan seninle
duyguların mıknatıslı şehrini
cam renkli cenazeleri
paslanan çekiçleri
gitmeliyim buralardan seninle
giderken buralardan seninle
yanımda hüzün olmalı
ocağımda işaret biriktiren ellerin
bir de yüzün olmalı
tabut bir elbise gibi üstümde
dökerken anlamsız kuşkularını
sunacak ağrıyan hücrelerime
mıknatıslı şehir muştularını
cam renkli cenazelerden
yüreğim bir orduyu diriltirken yeniden
arlıksız okşayıp paslanan çekiçleri
birer birer dikeceğim bahçeme
masalarda kalan, kutsanan çiçekleri
ağlamaklı gülmekte
lezzetini yitirmiş kuru ekmekte
ihanete uğrayan bir yürekte
gideceğim buralardan seninle
şarap kahrından yıllanabilir
aceze fotoğraflarda büyüyen
yangın külenebilir
asil bir soy kütüğü taşıyan akreplerin
katlettiği kelebekler
mercan dudaklarda dillenebilir
şarkıları artık duyamıyorum
kırılan yayın yerine
hilal kaşlarını koyamıyorum
öyle tutkunumki denizlere
uzaktan bakmaya kıyamıyorum
yıkarak köprüleri, yakarak gemileri
mütavazi ellerin, kınalı gözlerinle
ardımdan ağlatarak kabartma resimleri
gideceğim buralardan seninle
Zengin bir adamın Hintli bir kölesi vardı. Onu beslemiş, büyütmüş, adeta ölüyken diriltmişti. Bilgi ve edep belletmiş, gönlünde hüner ışığını yakmıştı.
Çocukluğundan beri nazla yetiştirilmiş, o iyilikçi adam, onu lütuf kucağında büyütmüştü. Bu zengin adamında güzel, gümüş bedenli, yaradılışı ahlakı hoş bir kızı vardı.
Kız, evlenme çağına girince kızı isteyenler, ona ağır nikah parası vermeye başladılar. Her ulu adamdan kız istemeye bir görücü geliyordu. Adam, malın sebatı yoktur, gece gelir, gündüz dağılıverir. Güzelliğin de değeri yoktur. Bir diken yarası ile renk solup sararıverir. Büyük bir adamın oğlu olmak da bir şey değil. Bu çeşit gençler mala mülke gururlanır. Nice büyük adamların oğulları vardır ki kötülükte bulunur, yaptığı kötü iş yüzünden babasına bir ar olur. Hünerli bilgili kişi iyidir ama İblisten ibret al ona da az tap.
Onun bilgisi vardı ama din aşkı yoktu, bu yüzden Adem’in yalnız topraktan yaratılan suretini gördü.
Ey emin kişi, bilgi de ne kadar ileri gidersen git onunla gaybı gören gözün açılmaz ki! Can gözü açık olmayan, sakaldan, sarıktan başka bir şey görmez, adamın ileri yahut geri oluşunu onu tarif edenden öğrenir.
Ey arif, sen, birsini anlamak için onu bilen, söyleyip tarif eden kişiye müracaat etmezsin. Çünkü sen, doğmuş, parıl, parıl parlamakta olan bir nursun. Senin takvan, dinin var, iyi işler işlersin, öyle ki alem onlarla düzelir, kurtuluşa ere.
Kendine öyle temiz ve iyi bir damak seçti ki bütün halkın övündüğü kişiydi o. Kadınlar onun malı yok, mülkü yok, ululuğu yok, güzel değil, başına buyruk değil dediler.
Adam dedi ki: Onlar dine, zahitliğe uymuş adamlar. O da yeryüzünde altını olmayan bir define. Hasılı armağanlar sunuldu, nişan yapıldı, kumaşlar gönderildi, kızın verileceği ortalığa yayıldı.
Evde küçük bir köle vardı. Bu sıralarda hastalandı, yanıp yakılmaya, eriyip solmaya başladı. Hummaya tutulmuş bir hasta gibi eriyordu. Hekim, hastalığını anlayamadı.
Akıl diyordu ki: Onun illeti, gönül illeti. Beden ilacı gönlüne tesir etmez ki. Bu sevda yüzünden köleciğin gönlü yaralıydı ama derdini kimseciklere söyleyemiyordu.
Bir gece zengin adam karısına dedi ki: Kimseye duyurmadan, gizlice onun halini sor soruştur bakalım. Sen onun anası sayılırsın. Derdini sana açar elbette. Kadın, bu sözü kulağına koyunca ertesi gün kölenin yanına gitti. Yüzlerce nazla muhabbetle başını karıştırmaya, saçlarını taramaya başladı. Şefkatli analar gibi onu yumuşattı, nihayet söyletmeye muvaffak oldu.
Köle dedi ki: Senden bunu mu umardım ben kızını inatçı bir yabancıya veresin. Bizim efendimizin kızı olsun, biz de ona aşık olalım da o başkasına varsın? Yazık değil mi?
Kadın bu söze öyle kızdı ki onu dövüp damdan aşağıya atmak istedi. O kim oluyor diyordu, bir kahpenin Hintli bir oğlu. Nasıl oluyor da bir efendinin kızına tamah ediyor? Fakat bunları içinden söylemekle beraber sabretmek daha doğru deyip kendini tuttu. Kocasına, dinle şu şaşılacak şeyi dedi.
Biz onu güvenilir bir adam sanıyorduk, umarmıydık böyle bir çalıkuşunun hain çıkacağını?
Efendi dedi ki: Sabret. Ona de ki: Kızı ona vermez sana veririz. Bu suretle belki gönlündeki sevdayı çıkarırız. Sen hele bir hoşça bak, ben nasıl onu bu işten vazgeçiririm? Sen gönlünü hoş tut iyice bil ki kızımız hakikatten de senin eşindir. A güzel müşteri, evvelce bunu bilmiyorduk, mademki bildik, elbette kızımıza daha layıksın sen. Ateşimiz kendi mangalımızda; Leyla, bizim Leyla’mız, Mecnunumuzda sensin, de. İyice bir hayale bir düşünceye düşsün. İyi düşünce insanı semirtir.
İnsan kulağından gelişir, duya duya canlanır. Hayvansa boğazından yemesinden, içmesinden gelişir.
Kadın, “Böyle bir arlanılacak sözü ağzın nasıl varır da söyler? Onun için böyle bir abes sözü nasıl geveleyebilirim? Gebersin o şeytan huylu hain” dedi.
Adam, hayır dedi, korkma. Sen böyle söyle de onun hastalığı geçsin, bu lütuf yüzünden iyileşsin. Ondan sonra sevgilim onun derdini gidermeyi bana bırak sen. Yalnız o ince eleyip sık dokuyan bir kere iyileşsin.
Kadın o hasta köleye böyle söyleyince köle ferahladı, öyle kabardı o köle ki adeta yeryüzüne sığamaz oldu. Semirdi, gelişti, benzine kan geldi, kırmızı güle döndü, binlerce şükürler etti. Bazen de hanımcığım diyordu sakın bu bir düzen olmasın! Efendi, Ferec’i evlendiriyorum diye davet yaptı, eşini dostunu çağırdı. Gelenler de “Ferec, kutlu olsun” diye onu kandırmaktaydılar. Ferec, bu sözleri duyunca artık kızı alacağına iyice inandı. Büsbütün iyileşti, hastalığı kökünden geçti gitti. Ondan sonra gerdek gecesi bir oğlanı kadın kılığına soktular. Elini, bileğini gelinler gibi kınaladılar. Adeta ona tavuk gösterip horoz verdiler.
Başını bağladılar, gelinler gibi elbiseler giydirdiler, gürbüz oğlanı kadın kıyafetine sokup koyverdiler. Efendi halvet zamanı derhal mumu üfledi. Hintli köle öyle güçlü kuvvetli bir oğlanla yalnız kaldı. Oğlan, köleye saldırınca Hintlicik, feryada başladı ama dışarıdaki def gürültüsünden sesini kimse duymuyordu ki.
Def çalması, el çırpması, kadın ve erkeğin naraları, onun sesini boğuyordu. Oğlan, sabaha kadar o Hintli köleceğizi berbat edip durdu. Köle, adeta köpeğin önündeki un torbasına döndü. Sabahleyin tas ve büyük bir bohça getirdiler. Ferec damatlar gibi güvey hamamına gitti. Gitti ama bitkin bir haldeydi. Ardı, külahçıların yırtık peştamalına dönmüştü.
Zavallı hamamdan dönünce efendinin kızı, gelin gibi odaya geçip oturdu. Anası, köle kızı gündüzün sınamaya kalkmasın diye oracıkta beklemekteydi.
Köle, bir müddet kinle kıza baktı da sonra ellerini on parmağını da ona doğru sallayıp dedi ki: Dilerim kimse seninle buluşmasın, senin gibi kötü ve pis bir geline düşmesin. Gündüzün yüzün, kadınlar gibi ter-ü taze, geceleyin çirkin aletin, eşek aletinden beter.
İşte bu alemin bütün nimetleri, uzaktan pek hoştur ama yaklaştı mı sınamadan ibarettir. Uzaktan su görünür yanına vardın mı görürsün ki serapmış. O kokmuş bir kocakarıdır ama çok cilvelidir, kendisini yeni bir gelin gibi gösterir.
Sakın onun yüzündeki boyaya aldanma; aman, onun zehirle karışık şerbetini tatmaya kalkışma.
Sabret, sabır sıkıntının anahtarıdır; sabret de Ferec gibi yüzlerce zahmete mihnete düşme. Tanesi meydandadır da tuzağı gizlidir. Önce onun sana nimet verişi hoş görünür ama sonu öyle değil.
Ona ulaştın mı eyvahlar olsun sana. Nedamete düşer, ne kadar zarı zarı ağlarsın. Fakat beylik, vezirlik ve padişahlık adı, hakikatte ölümdür, derttir, can vermedir.
Kul ol da yeryüzünde at gibi yürü. Cenaze gibi kimsenin boynuna binme. Tanrı nimetine küfranda bulunan, ister ki herkes, kendisini yüklesin de ölüyü mezara götürür gibi götürsünler. Rüyada kimi tabuta binmiş, görülüyor görürsen yüce mertebeli büyük mevkili bir adam olur.
Çünkü o tabut halkın boynuna bir yüktür. Bu büyükler de halkın boynuna yük koyarlar, yük olurlar. Yükünü herkese yükleme, kendine yükle. Baş olmayı az iste yoksulluk daha iyidir. Halkın boynuna binme de ayaklarına nikris illeti gelmesin.
Sonunda iki elinle bu biniciliğin alnını karışlarsın, fakat şimdi bir şehre benzemedesin. Şehre benziyorsun ama hakikatte bir yıkık köysün sen! Şimdi bir şehir görünürken varlığından bez de pılını pırtını yıkık yerde çözme. Şimdi yüzlerce bağa, bahçeye sahipken vazgeç varlıktan da aciz ve yıkık yere tapar bir hale gelmeyesin.
Peygamber Tanrıdan cenneti istiyorsan kimseden bir şey isteme. Kimseden bir şey istemezsen ben kefilim, cennete de girersin, Tanrıya da ulaşırsın dedi.
Bunu duyan sahabe de şu kefillik yüzünden öyle ayarı tam bir hale geldi ki bir gün ata binmiş, bir yere gidiyordu. Elinden kamçısı düştü. Attan inip kendisi aldı, kimseden istemedi. Çünkü Tanrı, bir şey verdi mi iyidir, kimseye kötü bir şey vermez. O, bilir ve adamın dileğini insan istemeden verir.
Fakat Tanrı emri ile dilersen caizdir. Çünkü o çeşit istek, peygamberlerin yoludur. Sevgili emredince kötü kalmaz. Küfür onun için olursa iman kesilir. Onun emri ile olan kötülük, bütün alem iyiliklerinden üstündür.
Sedefin kabuğu paralanırsa ilenme, onda yüz binlerce inci vardır. Bu sözün sonu gelmez, dön de padişaha gel. Doğan kuşuna benze. Halis altın gibi dükkana çık da ilenmeden kınanmadan kurtul. Bir suret, gönle girdi mi insan, sonunda nedamete düşer, o suretten bezer. Sonunda herkes, kapıldığı suretten tövbe eder, fakat yine unutuş gelir, onu o yana çeker. Pervane gibi uzaktan o ateşi nur görür, yükünü o tarafa çeker. Fakat geldi mi kanadı yanıp kaçar. Kaçar ama çocuklar gibi yine gelir, yaraya tuz eker.
Yine zanna tamaha düşer, derhal kendisini o ateşe atar. Yine yanar, sıçrar. Fakat yine gönlündeki hırs, kendisine yandığını unutturur, sarhoş eder.
Hintli köle gibi bezdi de o işten vazgeçti mi işte o zaman yanmaktan kurtulur. Ey geceleri aydınlatan ay gibi yüzü parlak güzel, ey konuşup görüşmesine aldananı yakan yalancı, der.
Fakat yine tövbe ve sızlanma, hatırından çıkar. Çünkü Tanrı, yalancıların düzenini zayıf bir hale getirir, bozar gider. Onlar savaş ateşini yaktılar mı Tanrı, onların ateşini tamamı ile söndürür.
İnsan azmeder der ki: Gönül, orada durma. Fakat yine unutur, çünkü azim ehli değildir ki. Doğruluk tohumunu ekmemiş olduğundan Tanrı, ona o unutkanlığı verir. Gönül çakmağını çakmak ister ama Tanrı, o kıvılcımı söndürüverir.
Bir adam, geceleyin bir ayak pıtırtısı işitti. Mumu yakmak için çakmağı kavradı. Hırsız gelip adamın önüne oturdu, kav ateş aldıkça söndürmeye başladı. Kav ateş almasın diye boyuna kavı, yandıkça parmağı ile söndürüyordu.
Adam, kavı kendi kendine sönüyor sanmakta, hırsızın söndürdüğünü görmemekteydi. Tuhaf şey dedi, bu kav, ıslak olmalı ki ateşlenirken hemen sönmede.
Pek karanlık olduğundan önünde oturan ve ateşi söndüren hırsızı görmüyordu. Senin de gönlünde böyle ateş söndüren var da kafir gözün körlüğünden görmüyor.
Bilen duyan gönül, nasıl olur da dönen şeyi bir döndüren var, bunu bilmez? Nasıl olur da kendi kendine geceyle gündüz, sahipsiz olarak nasıl gelir, nasıl gider demezsin?
A aşağılık kişi, aklın aldığı şeylerin etrafında döner dolaşırsın ha... bir de gel de şu akılsızlığını gör! Evi bir yapanın olması mı daha akla uygundur, yapıcısı olmayan kendi kendine yapılmış bir ev mi, a aklı kıt? Yazıyı bir yazanın olması mı daha akla uyar, yoksa olmaması mı ey oğul?
Cim harfine benzeyen kulak, aynaya benzeyen göz, mime benzeyen ağız, nasıl olur da yazan olmadan yazılır, meydana gelir a kınanmaya değer adam? Aydın bir mum, yakmayan oldukça mı bulunur, yoksa bilen bir yakıcı olunca mı?
Güzel bir sanat kör ve çolak bir adamın elinden mi çıkar, yoksa her tarafı bütün bir gözlünün elinden mi? Madem ki seni kahredeceğini, başına mihnet topuzunu vuracağını bildin; hadi Nemrut gibi savaş, havayı okla bakalım! Hani Moğul askerleri gibi... Onlar da biri hastalandı mı ölmesin diye göğe ok atarlar ya, sen de atadur. Yahut da kaçabilirsen kaç, kurtul bakalım imkanı var mı? Onun eline bir kere rehin olmuşsun.
Yokluktayken bile elinden kurtulamadın, şimdi nasıl kurtulabilirsin a güzelim. İstek yok mu? İşte o, sıçramak, kaçmaktır; onun adaletine karşı takvanın kanını dökmektir.
Bu dünya tuzaktır, tanesi de istek. Tuzaklardan kaç onlardan yüz çevir. Böyle hareket ettin mi yüzlerce ferahlık bulursun. Fakat istekten geçemedin mi fesatlıklara uğrarsın.
Bunun için bir peygamber “Müftüler sana kuvvetli fetvalar bile verseler sen, kalbine danış” dedi. İsteği bırak da Tanrı acısın. Bunun böyle olması lazım, bunu denedin sınadın ya.
Mademki kaçamıyorsun, ona kullukta bulun da hapsinden kurtul, gül bahçelerine git. Her an kendini görür gözetirsin adaleti de görürsün, yüceliği de ey azgın.
Fakat perde ardına girer, gözünü kaparsan senin bu göz yummanla güneş, işinden gücünden kalır mı hiç?
Çocukluğundan beri nazla yetiştirilmiş, o iyilikçi adam, onu lütuf kucağında büyütmüştü. Bu zengin adamında güzel, gümüş bedenli, yaradılışı ahlakı hoş bir kızı vardı.
Kız, evlenme çağına girince kızı isteyenler, ona ağır nikah parası vermeye başladılar. Her ulu adamdan kız istemeye bir görücü geliyordu. Adam, malın sebatı yoktur, gece gelir, gündüz dağılıverir. Güzelliğin de değeri yoktur. Bir diken yarası ile renk solup sararıverir. Büyük bir adamın oğlu olmak da bir şey değil. Bu çeşit gençler mala mülke gururlanır. Nice büyük adamların oğulları vardır ki kötülükte bulunur, yaptığı kötü iş yüzünden babasına bir ar olur. Hünerli bilgili kişi iyidir ama İblisten ibret al ona da az tap.
Onun bilgisi vardı ama din aşkı yoktu, bu yüzden Adem’in yalnız topraktan yaratılan suretini gördü.
Ey emin kişi, bilgi de ne kadar ileri gidersen git onunla gaybı gören gözün açılmaz ki! Can gözü açık olmayan, sakaldan, sarıktan başka bir şey görmez, adamın ileri yahut geri oluşunu onu tarif edenden öğrenir.
Ey arif, sen, birsini anlamak için onu bilen, söyleyip tarif eden kişiye müracaat etmezsin. Çünkü sen, doğmuş, parıl, parıl parlamakta olan bir nursun. Senin takvan, dinin var, iyi işler işlersin, öyle ki alem onlarla düzelir, kurtuluşa ere.
Kendine öyle temiz ve iyi bir damak seçti ki bütün halkın övündüğü kişiydi o. Kadınlar onun malı yok, mülkü yok, ululuğu yok, güzel değil, başına buyruk değil dediler.
Adam dedi ki: Onlar dine, zahitliğe uymuş adamlar. O da yeryüzünde altını olmayan bir define. Hasılı armağanlar sunuldu, nişan yapıldı, kumaşlar gönderildi, kızın verileceği ortalığa yayıldı.
Evde küçük bir köle vardı. Bu sıralarda hastalandı, yanıp yakılmaya, eriyip solmaya başladı. Hummaya tutulmuş bir hasta gibi eriyordu. Hekim, hastalığını anlayamadı.
Akıl diyordu ki: Onun illeti, gönül illeti. Beden ilacı gönlüne tesir etmez ki. Bu sevda yüzünden köleciğin gönlü yaralıydı ama derdini kimseciklere söyleyemiyordu.
Bir gece zengin adam karısına dedi ki: Kimseye duyurmadan, gizlice onun halini sor soruştur bakalım. Sen onun anası sayılırsın. Derdini sana açar elbette. Kadın, bu sözü kulağına koyunca ertesi gün kölenin yanına gitti. Yüzlerce nazla muhabbetle başını karıştırmaya, saçlarını taramaya başladı. Şefkatli analar gibi onu yumuşattı, nihayet söyletmeye muvaffak oldu.
Köle dedi ki: Senden bunu mu umardım ben kızını inatçı bir yabancıya veresin. Bizim efendimizin kızı olsun, biz de ona aşık olalım da o başkasına varsın? Yazık değil mi?
Kadın bu söze öyle kızdı ki onu dövüp damdan aşağıya atmak istedi. O kim oluyor diyordu, bir kahpenin Hintli bir oğlu. Nasıl oluyor da bir efendinin kızına tamah ediyor? Fakat bunları içinden söylemekle beraber sabretmek daha doğru deyip kendini tuttu. Kocasına, dinle şu şaşılacak şeyi dedi.
Biz onu güvenilir bir adam sanıyorduk, umarmıydık böyle bir çalıkuşunun hain çıkacağını?
Efendi dedi ki: Sabret. Ona de ki: Kızı ona vermez sana veririz. Bu suretle belki gönlündeki sevdayı çıkarırız. Sen hele bir hoşça bak, ben nasıl onu bu işten vazgeçiririm? Sen gönlünü hoş tut iyice bil ki kızımız hakikatten de senin eşindir. A güzel müşteri, evvelce bunu bilmiyorduk, mademki bildik, elbette kızımıza daha layıksın sen. Ateşimiz kendi mangalımızda; Leyla, bizim Leyla’mız, Mecnunumuzda sensin, de. İyice bir hayale bir düşünceye düşsün. İyi düşünce insanı semirtir.
İnsan kulağından gelişir, duya duya canlanır. Hayvansa boğazından yemesinden, içmesinden gelişir.
Kadın, “Böyle bir arlanılacak sözü ağzın nasıl varır da söyler? Onun için böyle bir abes sözü nasıl geveleyebilirim? Gebersin o şeytan huylu hain” dedi.
Adam, hayır dedi, korkma. Sen böyle söyle de onun hastalığı geçsin, bu lütuf yüzünden iyileşsin. Ondan sonra sevgilim onun derdini gidermeyi bana bırak sen. Yalnız o ince eleyip sık dokuyan bir kere iyileşsin.
Kadın o hasta köleye böyle söyleyince köle ferahladı, öyle kabardı o köle ki adeta yeryüzüne sığamaz oldu. Semirdi, gelişti, benzine kan geldi, kırmızı güle döndü, binlerce şükürler etti. Bazen de hanımcığım diyordu sakın bu bir düzen olmasın! Efendi, Ferec’i evlendiriyorum diye davet yaptı, eşini dostunu çağırdı. Gelenler de “Ferec, kutlu olsun” diye onu kandırmaktaydılar. Ferec, bu sözleri duyunca artık kızı alacağına iyice inandı. Büsbütün iyileşti, hastalığı kökünden geçti gitti. Ondan sonra gerdek gecesi bir oğlanı kadın kılığına soktular. Elini, bileğini gelinler gibi kınaladılar. Adeta ona tavuk gösterip horoz verdiler.
Başını bağladılar, gelinler gibi elbiseler giydirdiler, gürbüz oğlanı kadın kıyafetine sokup koyverdiler. Efendi halvet zamanı derhal mumu üfledi. Hintli köle öyle güçlü kuvvetli bir oğlanla yalnız kaldı. Oğlan, köleye saldırınca Hintlicik, feryada başladı ama dışarıdaki def gürültüsünden sesini kimse duymuyordu ki.
Def çalması, el çırpması, kadın ve erkeğin naraları, onun sesini boğuyordu. Oğlan, sabaha kadar o Hintli köleceğizi berbat edip durdu. Köle, adeta köpeğin önündeki un torbasına döndü. Sabahleyin tas ve büyük bir bohça getirdiler. Ferec damatlar gibi güvey hamamına gitti. Gitti ama bitkin bir haldeydi. Ardı, külahçıların yırtık peştamalına dönmüştü.
Zavallı hamamdan dönünce efendinin kızı, gelin gibi odaya geçip oturdu. Anası, köle kızı gündüzün sınamaya kalkmasın diye oracıkta beklemekteydi.
Köle, bir müddet kinle kıza baktı da sonra ellerini on parmağını da ona doğru sallayıp dedi ki: Dilerim kimse seninle buluşmasın, senin gibi kötü ve pis bir geline düşmesin. Gündüzün yüzün, kadınlar gibi ter-ü taze, geceleyin çirkin aletin, eşek aletinden beter.
İşte bu alemin bütün nimetleri, uzaktan pek hoştur ama yaklaştı mı sınamadan ibarettir. Uzaktan su görünür yanına vardın mı görürsün ki serapmış. O kokmuş bir kocakarıdır ama çok cilvelidir, kendisini yeni bir gelin gibi gösterir.
Sakın onun yüzündeki boyaya aldanma; aman, onun zehirle karışık şerbetini tatmaya kalkışma.
Sabret, sabır sıkıntının anahtarıdır; sabret de Ferec gibi yüzlerce zahmete mihnete düşme. Tanesi meydandadır da tuzağı gizlidir. Önce onun sana nimet verişi hoş görünür ama sonu öyle değil.
Ona ulaştın mı eyvahlar olsun sana. Nedamete düşer, ne kadar zarı zarı ağlarsın. Fakat beylik, vezirlik ve padişahlık adı, hakikatte ölümdür, derttir, can vermedir.
Kul ol da yeryüzünde at gibi yürü. Cenaze gibi kimsenin boynuna binme. Tanrı nimetine küfranda bulunan, ister ki herkes, kendisini yüklesin de ölüyü mezara götürür gibi götürsünler. Rüyada kimi tabuta binmiş, görülüyor görürsen yüce mertebeli büyük mevkili bir adam olur.
Çünkü o tabut halkın boynuna bir yüktür. Bu büyükler de halkın boynuna yük koyarlar, yük olurlar. Yükünü herkese yükleme, kendine yükle. Baş olmayı az iste yoksulluk daha iyidir. Halkın boynuna binme de ayaklarına nikris illeti gelmesin.
Sonunda iki elinle bu biniciliğin alnını karışlarsın, fakat şimdi bir şehre benzemedesin. Şehre benziyorsun ama hakikatte bir yıkık köysün sen! Şimdi bir şehir görünürken varlığından bez de pılını pırtını yıkık yerde çözme. Şimdi yüzlerce bağa, bahçeye sahipken vazgeç varlıktan da aciz ve yıkık yere tapar bir hale gelmeyesin.
Peygamber Tanrıdan cenneti istiyorsan kimseden bir şey isteme. Kimseden bir şey istemezsen ben kefilim, cennete de girersin, Tanrıya da ulaşırsın dedi.
Bunu duyan sahabe de şu kefillik yüzünden öyle ayarı tam bir hale geldi ki bir gün ata binmiş, bir yere gidiyordu. Elinden kamçısı düştü. Attan inip kendisi aldı, kimseden istemedi. Çünkü Tanrı, bir şey verdi mi iyidir, kimseye kötü bir şey vermez. O, bilir ve adamın dileğini insan istemeden verir.
Fakat Tanrı emri ile dilersen caizdir. Çünkü o çeşit istek, peygamberlerin yoludur. Sevgili emredince kötü kalmaz. Küfür onun için olursa iman kesilir. Onun emri ile olan kötülük, bütün alem iyiliklerinden üstündür.
Sedefin kabuğu paralanırsa ilenme, onda yüz binlerce inci vardır. Bu sözün sonu gelmez, dön de padişaha gel. Doğan kuşuna benze. Halis altın gibi dükkana çık da ilenmeden kınanmadan kurtul. Bir suret, gönle girdi mi insan, sonunda nedamete düşer, o suretten bezer. Sonunda herkes, kapıldığı suretten tövbe eder, fakat yine unutuş gelir, onu o yana çeker. Pervane gibi uzaktan o ateşi nur görür, yükünü o tarafa çeker. Fakat geldi mi kanadı yanıp kaçar. Kaçar ama çocuklar gibi yine gelir, yaraya tuz eker.
Yine zanna tamaha düşer, derhal kendisini o ateşe atar. Yine yanar, sıçrar. Fakat yine gönlündeki hırs, kendisine yandığını unutturur, sarhoş eder.
Hintli köle gibi bezdi de o işten vazgeçti mi işte o zaman yanmaktan kurtulur. Ey geceleri aydınlatan ay gibi yüzü parlak güzel, ey konuşup görüşmesine aldananı yakan yalancı, der.
Fakat yine tövbe ve sızlanma, hatırından çıkar. Çünkü Tanrı, yalancıların düzenini zayıf bir hale getirir, bozar gider. Onlar savaş ateşini yaktılar mı Tanrı, onların ateşini tamamı ile söndürür.
İnsan azmeder der ki: Gönül, orada durma. Fakat yine unutur, çünkü azim ehli değildir ki. Doğruluk tohumunu ekmemiş olduğundan Tanrı, ona o unutkanlığı verir. Gönül çakmağını çakmak ister ama Tanrı, o kıvılcımı söndürüverir.
Bir adam, geceleyin bir ayak pıtırtısı işitti. Mumu yakmak için çakmağı kavradı. Hırsız gelip adamın önüne oturdu, kav ateş aldıkça söndürmeye başladı. Kav ateş almasın diye boyuna kavı, yandıkça parmağı ile söndürüyordu.
Adam, kavı kendi kendine sönüyor sanmakta, hırsızın söndürdüğünü görmemekteydi. Tuhaf şey dedi, bu kav, ıslak olmalı ki ateşlenirken hemen sönmede.
Pek karanlık olduğundan önünde oturan ve ateşi söndüren hırsızı görmüyordu. Senin de gönlünde böyle ateş söndüren var da kafir gözün körlüğünden görmüyor.
Bilen duyan gönül, nasıl olur da dönen şeyi bir döndüren var, bunu bilmez? Nasıl olur da kendi kendine geceyle gündüz, sahipsiz olarak nasıl gelir, nasıl gider demezsin?
A aşağılık kişi, aklın aldığı şeylerin etrafında döner dolaşırsın ha... bir de gel de şu akılsızlığını gör! Evi bir yapanın olması mı daha akla uygundur, yapıcısı olmayan kendi kendine yapılmış bir ev mi, a aklı kıt? Yazıyı bir yazanın olması mı daha akla uyar, yoksa olmaması mı ey oğul?
Cim harfine benzeyen kulak, aynaya benzeyen göz, mime benzeyen ağız, nasıl olur da yazan olmadan yazılır, meydana gelir a kınanmaya değer adam? Aydın bir mum, yakmayan oldukça mı bulunur, yoksa bilen bir yakıcı olunca mı?
Güzel bir sanat kör ve çolak bir adamın elinden mi çıkar, yoksa her tarafı bütün bir gözlünün elinden mi? Madem ki seni kahredeceğini, başına mihnet topuzunu vuracağını bildin; hadi Nemrut gibi savaş, havayı okla bakalım! Hani Moğul askerleri gibi... Onlar da biri hastalandı mı ölmesin diye göğe ok atarlar ya, sen de atadur. Yahut da kaçabilirsen kaç, kurtul bakalım imkanı var mı? Onun eline bir kere rehin olmuşsun.
Yokluktayken bile elinden kurtulamadın, şimdi nasıl kurtulabilirsin a güzelim. İstek yok mu? İşte o, sıçramak, kaçmaktır; onun adaletine karşı takvanın kanını dökmektir.
Bu dünya tuzaktır, tanesi de istek. Tuzaklardan kaç onlardan yüz çevir. Böyle hareket ettin mi yüzlerce ferahlık bulursun. Fakat istekten geçemedin mi fesatlıklara uğrarsın.
Bunun için bir peygamber “Müftüler sana kuvvetli fetvalar bile verseler sen, kalbine danış” dedi. İsteği bırak da Tanrı acısın. Bunun böyle olması lazım, bunu denedin sınadın ya.
Mademki kaçamıyorsun, ona kullukta bulun da hapsinden kurtul, gül bahçelerine git. Her an kendini görür gözetirsin adaleti de görürsün, yüceliği de ey azgın.
Fakat perde ardına girer, gözünü kaparsan senin bu göz yummanla güneş, işinden gücünden kalır mı hiç?
Eski zamanlarda bir aşık vardı, devrinde ahdinde duran bir aşıktı o. Yıllarca zaman ay yüzlü sevgilisine bağlanmış, padişahına adeta esir olmuştu. Arayan nihayet bulur. Kurtuluş, sabırdan doğar. Sevgilisi bir gün, bu gece gel dedi, senin için ballar börekler yaptım. Fakat odada gece yarısına kadar bekle de geceleyin sen çağırmadan ben gelirim.
Adam kurban kesti ekmekler dağıttı. Beklediği ay, toz altından çıkmış görünmüştü.
O hararetli aşık geceleyin, sevgilisinin vaadine ümitlenerek o odaya gelip oturdu. Gece yarısı geçince vaadinde duran sevgilisi çıka geldi. Fakat aşığını uyuyor buldu. Yeninden bir parça kesti. Sen çocuksun bunlarla oynaya dur diye cebine de birkaç tane ceviz koydu. Aşık geceleyin uykusundan sıçrayıp uyanınca başında yenini, cebinde cevizleri gördü.
Dedi ki: Padişahımız, doğruluktan vefadan ibaret. Bize ne geliyorsa bizden geliyor. Ey uykusuz gönül, biz bundan eminiz. Çünkü bekçi gibi dam üstünde elimizde sopa beklemekteyiz. Cevizlerimiz, bu değirmende kırıldı, derdimize ait ne söylesem azdır.
Ey bizi kınayan, bu macerayı ne vakte dek dinleyip duracağız? Bundan böyle artık deliye az öğüt ver. Ben artık ayrılık işvesine ait sözleri duymak istemem. Bunu sınadım, ne vakte dek sınamaya devam edeceğim. Bu yolda coşup köpürmekten, deli divane olmaktan başka ne varsa uzaklıktır, yabancılıktır. Derhal kalk ayağıma o zinciri vur. Çünkü ben, tedbir silsilesini yırttım gitti. Fakat o devletli sevgilimin büklüm büklüm saçlarından başka iki yüz tane zincir getirsen kırarım.
Kardeş aşk ve namus doğru bir şey değil. Ey aşık ar ve haya kapısında durma. Artık vakti geldi, soyunayım, sureti bırakayım da baştanbaşa can olayım.
Ey utancın düşüncenin düşmanı gel! Ben ar ve haya perdesini yırttım. Ey canın uykusunu büyüyle bağlayan sevgili, sen şu alemde ne katı yürekli sevgilisin. Hemen sabrın boğazını sık da aşkın gönlü kutlu olsun. Ey gönlümüzü yurt ve konak edinen dost, ben yanmadıkça aşkın gönlü kutlu olur mu hiç? Sen kendi evini yakmadasın yak. Kimdir bu caiz değil diyecek?
Ey sarhoş aslan bu evi yak. Aşkın evi, böyle olsun, bu daha doğru ve yerinde. Bundan böyle bu yanışı kıble edineyim, çünkü ben mumum yandıkça aydınım. Babacığım bu gece uykuyu bırak, bir gececik olsun uykusuzlar mahallesine gel de, şu mecnun olanlara pervane gibi vuslat uğruna ölenlere bak.
Halkın aşk denizinde gark olan şu gemisine bak. Sanki aşkın boğazı bir ejderha. Gizli, fakat gönüller kapan bir ejderha... Dağ gibi akılları çekiveren bir kehribar. Hangi güzel koku satanın aklı, ondan haberdar olsa ırmağa bütün tablalarını döküverir. Yürü, yürü... hakikaten bu ırmağın ne misli vardır, ne eşi; sen, bu ırmaktan ebediyen çıkamazsın.
Ey yalancı gözünü aç da bak. Ne vakte dek ben şunu, bunu bilmem diyeceksin. Riya ve mahrumiyet vebasından kurtul, diri ve daima işte güçte olan tanrılık alemine gir. Gir de görmüyorum, görüyorum olsun... Şu bilmemler biliyorum haline gelsin. Sarhoşluktan geç sarhoşluk verir ol. Bu renkten renge girişi bırak, onun istivasına naklet. niceye bir bu sarhoşlukla nazlanıp duracaksın? Her mahalle başında bunca sarhoşluk var.
İki alem de sevgilinin sarhoşları ile dolsa hepsi de bir olur ki o bir de hor hakir değildir. Onlar bir olmakla derecelerinden düşmeyecekleri gibi çok olmakla da dereceleri düşmez. Her hakir kimdir? Bedene tapan cehennemlik!
Alem güneşin nuru ile dolsa o yalımı güzel ısılık kaynağı, hor mu olur? Fakat bütün bununla beraber yücelere çık, salın. Çünkü Tanrının yeryüzü geniştir, sana ram olmuştur.
Bu sarhoşluk, yüce bir doğan kuşuna benzer ama kutluluk mekanında ondan da yüceleri vardır. Yürü, herkesten seçilmiş olmada, ruh bağışlamada sarhoşlukta ve sarhoş etmede bir İsrafil kesil. sarhoşun gönlü ile alay etme, eğlenme hevesi düştü mü bunu bilmem onu bilmem demeyi tutturur. Bunu bilmem onu bilmem demek, bildiğimiz kimdir onu söylemen içindir.
Sözde bir şeyi nefyetmek. Bir şeyi ispat etmek içindir. Nefyi bırak da söze ispattan başla. Bu değil, o değil sözünü terk et de var olanı ileri getir. Nefyi bırak da var olana tap, bunu o sarhoş Türk’ten öğren babacığım.
Yabancı bir Türk, seher vakti uyandı. Sarhoşluğun verdiği mahmurlukla bir çalgıcı istedi. Can çalgıcısı, insanın canına munistir. Sarhoşun mezesi, gıdası ve kuvveti odur. Çalgıcı onları sarhoşluğa çeker. Sonra yine sarhoşluğu, çalgıcının, okuyucunun nağmesinden, nefesinden tadarlar.
Tanrı şarabı, insanı o çalgıcıya, o okuyucuya götürür; bu ten şarabı da bu çalgıcıdan, bu okuyucudan gıdalanır. Söze gelince ikisi de birdir ama hakikatte bu Hasan’la o Hasan arasında fark çoktur. Arada söze ait bir şüphe var ama gökyüzü nerede, ip nerede?
Sözdeki birlik daima yol vurur. Kafirle müminin birliği, ten bakımındandır.
Bedenler ağızları kapalı testilere benzerler. Her testide ne var? Sen ona bak. O beden testisi, abıhayatla doludur, bu beden testisi ölüm zehriyle. içindekine bakarsan padişahsın, dışına bakarsan yolunu azıttın gitti. Söz,bil ki şu bedene benzer, manası da içindeki candır. Baş gözü, daima bedeni görür, can gözü ise, hünerli canı.
Mesnevinin sözlerindeki suret de surete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir, manaya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur.
Tanrı da “Bu Kuran, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir, bazılarının da yolunu azıtır” buyurmuştur.
Arif, şarap dedi mi Tanrı için olsun abes görme. Arife nasıl olur da bir şey yok olur? Sen şeytanın içtiği şarabı anlarsan Tanrı şarabını nereden düşünebileceksin?
Çalgı ile şarap... bu ikisi de eşittir. Bu ona koşar o buna. Sarhoşlar çalgının namesiyle, çalgıcının nefesiyle gıdalanırlar. Çalgı ile çalgıcı onları meyhaneye çeker götürür. O meydanın başıdır, bu, sonu. Gönül, onun çevganında bir top kesilmiştir.
Akılda ne varsa kulak oraya dikilir. Başta safra varsa yanınca sevda olur. Sonra bu ikisi de kendinden geçer, orada baba da bir olur oğul da. Neşeyle dert uzlaştı mı türkümüz çalgıcıları uyandırdı.
Çalgıcı uyutucu bir şarkı okumaya başladı: Ey yüzünü görmediğim sevgili, bana bir kadeh sun. Sen benim yüzümsün, hakikatimsin, seni görmezsem şaşılmaz. Yakınlığın son derecesi, şüpheye düşme perdesiyle bürünmedir.
Sen aklımsın, seni görmezsem şaşılmaz. Karışık şeylerin birbirine girmesinden seni göremezsem şaşılacak şey değildir bu. Sen, bana şah damarımdan daha yakınken, ya diye nasıl sana hitap edebilirim? Ya uzakta olana hitaptır.
Ben, kıskançlığımdan yanımdaki sevgiliyi gizlemek, duyanları yanıltmak için dağlarda, çöllerde sana nida edip duruyorum.
Peygamberin huzuruna bir kör geldi, ey her hamur teknesine ihsanda bulunan dedi. Sen, sulara, yağmurlara hakimsin, ben de susuzum, su istiyorum. Ey beni suvaran medet, medet!
Kör kapıdan aceleyle gelince Ayşe görünmemek için derhal kaçtı. O temiz kadın, kıskanç peygamberin gayretini biliyordu. Kim daha güzelse kıskançlığı daha artıktır. Çünkü oğullarım kıskançlık nazdan meydana gelir.
Kokmuş kocakarılar, çirkinliklerinin, kartlılarını bilirler de kocalarına kendi elleriyle genç kadın alırlar, kendi elleriyle kendilerine ortak getirirler. İki alemde de Ahmed’in güzelliği gibi güzellik mi var? Tanrı nuru, ona yardım etmede. İki alemin nazı da onda olacak elbet. Bu bakımdan kıskançlık da, güneşten yüz kat daha parlak olan ona yaraşır.
Topumu zühal yıldızına attım. Yıldızlar yüzünüzü çevirin. Benim eşi olmayan parlaklığıma karşı yok olun. Yoksa nuruma karşı rüsvay olursunuz.
Ben her gece keremimden kaybolurum, gider gibi görünürüm, yoksa nereye gideceğim? Gider gibi görünürüm de, siz de bir gececik olsun bensiz şu alemde yarasalar gibi kanat çırpın! Tavus kuşları gibi kanatlarınızı gösterin, sarhoş olun baş çekin ululanın.
Fakat çarık nasıl Eyaz’ın mumu ise siz de arada bir o çirkin ayaklarınıza bakın. Benlikle sol taraf ehlinden olmayasınız diye kulağınızı çekmek için sabahleyin yüz gösteririm der. Bunu bırak da bu söz uzundur. Kün emri sözü uzatmayı nehyetmiştir.
Peygamber sınamak için “O kadar gizlenme, o seni görmüyor ki” dedi. Ayşe elleriyle işaret ederek “O görmüyor ama ben onu görüyorum ya” demek istedi.
Bu öğüt vericinin sözlerinin benzetmelerle, örneklerle dolu olması, aklın, ruhun güzelliğine karşı kıskançlığından onu göstermek istemeyişinden ileri gelir. Ruh, bu kadar gizliyken akıl, neden bu derece de onu kıskanır.
Onun nuru kendi yüzünü örtmüştür. A kıskanç, kimden gizleniyorsun? Bu güneş, yüzünü örtmeden seyredip durmada. Fakat onun şiddetli nuru, yüzüne perde olmada. Güneş bile ondan bir eser görmemekte. Artık sen, onu kimden gizlersin ki a kıskanç?
Fakat bende öyle bir kıskançlık var ki onu kendimden bile kıskanır, kendimden bile gizlemek isterim. Şiddetli kıskançlık ateşimden gözlerimle, kulaklarımla savaşa girmişim adeta.
Ey can, ey gönül! Mademki bu kadar kıskançsın, ağzını yum, sözü bırak bari. Fakat korkarım susarsam o güneş başka bir yerde perdesini yırtar, kendini gösterir. Sükutumuz ondan daha ziyade anlatmış olur. Onu görünmekten men edersek görünmeye olan meyl daha fazlalaşır.
Deniz coşup kükredi mi, kükreyişi köpük halinde görünür; köpürüşü, “Bilinmeyi diledim, sevdim de halkı yarattım” sırrını meydana getirir. Söz söylemekse o pencereyi kapatmak demektir. Söz söylemek, onu gizlemenin ta kendisidir.
Güle karşı bülbüle naralar at da ondan haberi olmayanlara korkusunu duyurma, oyala bu nağmelerle onları. Kulakları, sözle meşgul olsun da akılları, gülün yüzünü görme havasına kapılmasın. Hele pek aydın olan bu güneşin karşısında her delil hakikatte yol vurucudur.
Çalgıcı, sarhoş Türkün huzurunda nağmelere gizleyerek elest sırlarını söylemeye başladı:
Bilmem ki ay mısın, put mu? Bilmem ki benden ne istersin? Bilmem ki sana nasıl hizmet edeyim? Susup oturayım mı, yoksa söyleyeyim mi?
Şaşılacak şey şu: Hem benden ayrı değilsin, hem de ben neredeyim, sen neredesin? Bunu bir türlü bilmiyorum. Bilmiyorum beni nasıl çekiyor da bazen karalar da yürütüyor, bazen kan denizlerine gark ediyorsun. Böylece ağzını açıp bilmem, bilmiyorum demeye girişti, boyuna bu lafı söylüyordu. Bilmiyorum sözü haddi aşınca Türkümüz kızdı, kızıştı. Yerinden fırlayıp topuzunu çekti, çalgıcının başına çöktü. Hemen bir çavuş koşup topuzu yakaladı, çalgıcıyı öldürmek size yaraşmaz dedi.
Türk dedi ki: Bu sayısız tekerlemesi, kafamı şişirdi, bari ben onun kafasını ezeyim de görsün. A kaltaban, bilmiyorsan nane yeme... Biliyorsan ne söyleyeceksen söyle. A ahmak bildiğini söyle bari de bilmiyorum, bilmiyorum deyip durma.
Ben; neredensin, nerelisin be adam? Diye soruyorum. Sen, ne Herat’lıyım ne Belh’li... ne Bağdat’lıyım ne Musul’lu, ne de Tıraz’lı diyor, ne diye uzatıp duruyorsun. Nereliysen söyle bari de kurtul. Burada meramını söylememek aptallıktır.
Yahut da sana ne yedin diye soruversem ne şarap içtim, ne kebap yedim... Ne et yedim, ne tirit ne de mercimek diyorsun. Ne yediysen yalnız onu söyle kafi. Sözü uzun uzun gevelemek neden? Çalgıcı dedi ki: Maksadım gizli.
Senin nefyetmenden, yoktur demenden ispat senden ürküp kaçmada. Var olanı bir türlü bulamıyorsun. İspattan bir koku alasın diye nefyettim, bilmiyorum dedim. Bu sazı, nefiyle nağmelendirdim. Ölünce de ölüm, sana yaşayış sırlarını söyler.
Adam kurban kesti ekmekler dağıttı. Beklediği ay, toz altından çıkmış görünmüştü.
O hararetli aşık geceleyin, sevgilisinin vaadine ümitlenerek o odaya gelip oturdu. Gece yarısı geçince vaadinde duran sevgilisi çıka geldi. Fakat aşığını uyuyor buldu. Yeninden bir parça kesti. Sen çocuksun bunlarla oynaya dur diye cebine de birkaç tane ceviz koydu. Aşık geceleyin uykusundan sıçrayıp uyanınca başında yenini, cebinde cevizleri gördü.
Dedi ki: Padişahımız, doğruluktan vefadan ibaret. Bize ne geliyorsa bizden geliyor. Ey uykusuz gönül, biz bundan eminiz. Çünkü bekçi gibi dam üstünde elimizde sopa beklemekteyiz. Cevizlerimiz, bu değirmende kırıldı, derdimize ait ne söylesem azdır.
Ey bizi kınayan, bu macerayı ne vakte dek dinleyip duracağız? Bundan böyle artık deliye az öğüt ver. Ben artık ayrılık işvesine ait sözleri duymak istemem. Bunu sınadım, ne vakte dek sınamaya devam edeceğim. Bu yolda coşup köpürmekten, deli divane olmaktan başka ne varsa uzaklıktır, yabancılıktır. Derhal kalk ayağıma o zinciri vur. Çünkü ben, tedbir silsilesini yırttım gitti. Fakat o devletli sevgilimin büklüm büklüm saçlarından başka iki yüz tane zincir getirsen kırarım.
Kardeş aşk ve namus doğru bir şey değil. Ey aşık ar ve haya kapısında durma. Artık vakti geldi, soyunayım, sureti bırakayım da baştanbaşa can olayım.
Ey utancın düşüncenin düşmanı gel! Ben ar ve haya perdesini yırttım. Ey canın uykusunu büyüyle bağlayan sevgili, sen şu alemde ne katı yürekli sevgilisin. Hemen sabrın boğazını sık da aşkın gönlü kutlu olsun. Ey gönlümüzü yurt ve konak edinen dost, ben yanmadıkça aşkın gönlü kutlu olur mu hiç? Sen kendi evini yakmadasın yak. Kimdir bu caiz değil diyecek?
Ey sarhoş aslan bu evi yak. Aşkın evi, böyle olsun, bu daha doğru ve yerinde. Bundan böyle bu yanışı kıble edineyim, çünkü ben mumum yandıkça aydınım. Babacığım bu gece uykuyu bırak, bir gececik olsun uykusuzlar mahallesine gel de, şu mecnun olanlara pervane gibi vuslat uğruna ölenlere bak.
Halkın aşk denizinde gark olan şu gemisine bak. Sanki aşkın boğazı bir ejderha. Gizli, fakat gönüller kapan bir ejderha... Dağ gibi akılları çekiveren bir kehribar. Hangi güzel koku satanın aklı, ondan haberdar olsa ırmağa bütün tablalarını döküverir. Yürü, yürü... hakikaten bu ırmağın ne misli vardır, ne eşi; sen, bu ırmaktan ebediyen çıkamazsın.
Ey yalancı gözünü aç da bak. Ne vakte dek ben şunu, bunu bilmem diyeceksin. Riya ve mahrumiyet vebasından kurtul, diri ve daima işte güçte olan tanrılık alemine gir. Gir de görmüyorum, görüyorum olsun... Şu bilmemler biliyorum haline gelsin. Sarhoşluktan geç sarhoşluk verir ol. Bu renkten renge girişi bırak, onun istivasına naklet. niceye bir bu sarhoşlukla nazlanıp duracaksın? Her mahalle başında bunca sarhoşluk var.
İki alem de sevgilinin sarhoşları ile dolsa hepsi de bir olur ki o bir de hor hakir değildir. Onlar bir olmakla derecelerinden düşmeyecekleri gibi çok olmakla da dereceleri düşmez. Her hakir kimdir? Bedene tapan cehennemlik!
Alem güneşin nuru ile dolsa o yalımı güzel ısılık kaynağı, hor mu olur? Fakat bütün bununla beraber yücelere çık, salın. Çünkü Tanrının yeryüzü geniştir, sana ram olmuştur.
Bu sarhoşluk, yüce bir doğan kuşuna benzer ama kutluluk mekanında ondan da yüceleri vardır. Yürü, herkesten seçilmiş olmada, ruh bağışlamada sarhoşlukta ve sarhoş etmede bir İsrafil kesil. sarhoşun gönlü ile alay etme, eğlenme hevesi düştü mü bunu bilmem onu bilmem demeyi tutturur. Bunu bilmem onu bilmem demek, bildiğimiz kimdir onu söylemen içindir.
Sözde bir şeyi nefyetmek. Bir şeyi ispat etmek içindir. Nefyi bırak da söze ispattan başla. Bu değil, o değil sözünü terk et de var olanı ileri getir. Nefyi bırak da var olana tap, bunu o sarhoş Türk’ten öğren babacığım.
Yabancı bir Türk, seher vakti uyandı. Sarhoşluğun verdiği mahmurlukla bir çalgıcı istedi. Can çalgıcısı, insanın canına munistir. Sarhoşun mezesi, gıdası ve kuvveti odur. Çalgıcı onları sarhoşluğa çeker. Sonra yine sarhoşluğu, çalgıcının, okuyucunun nağmesinden, nefesinden tadarlar.
Tanrı şarabı, insanı o çalgıcıya, o okuyucuya götürür; bu ten şarabı da bu çalgıcıdan, bu okuyucudan gıdalanır. Söze gelince ikisi de birdir ama hakikatte bu Hasan’la o Hasan arasında fark çoktur. Arada söze ait bir şüphe var ama gökyüzü nerede, ip nerede?
Sözdeki birlik daima yol vurur. Kafirle müminin birliği, ten bakımındandır.
Bedenler ağızları kapalı testilere benzerler. Her testide ne var? Sen ona bak. O beden testisi, abıhayatla doludur, bu beden testisi ölüm zehriyle. içindekine bakarsan padişahsın, dışına bakarsan yolunu azıttın gitti. Söz,bil ki şu bedene benzer, manası da içindeki candır. Baş gözü, daima bedeni görür, can gözü ise, hünerli canı.
Mesnevinin sözlerindeki suret de surete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir, manaya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur.
Tanrı da “Bu Kuran, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir, bazılarının da yolunu azıtır” buyurmuştur.
Arif, şarap dedi mi Tanrı için olsun abes görme. Arife nasıl olur da bir şey yok olur? Sen şeytanın içtiği şarabı anlarsan Tanrı şarabını nereden düşünebileceksin?
Çalgı ile şarap... bu ikisi de eşittir. Bu ona koşar o buna. Sarhoşlar çalgının namesiyle, çalgıcının nefesiyle gıdalanırlar. Çalgı ile çalgıcı onları meyhaneye çeker götürür. O meydanın başıdır, bu, sonu. Gönül, onun çevganında bir top kesilmiştir.
Akılda ne varsa kulak oraya dikilir. Başta safra varsa yanınca sevda olur. Sonra bu ikisi de kendinden geçer, orada baba da bir olur oğul da. Neşeyle dert uzlaştı mı türkümüz çalgıcıları uyandırdı.
Çalgıcı uyutucu bir şarkı okumaya başladı: Ey yüzünü görmediğim sevgili, bana bir kadeh sun. Sen benim yüzümsün, hakikatimsin, seni görmezsem şaşılmaz. Yakınlığın son derecesi, şüpheye düşme perdesiyle bürünmedir.
Sen aklımsın, seni görmezsem şaşılmaz. Karışık şeylerin birbirine girmesinden seni göremezsem şaşılacak şey değildir bu. Sen, bana şah damarımdan daha yakınken, ya diye nasıl sana hitap edebilirim? Ya uzakta olana hitaptır.
Ben, kıskançlığımdan yanımdaki sevgiliyi gizlemek, duyanları yanıltmak için dağlarda, çöllerde sana nida edip duruyorum.
Peygamberin huzuruna bir kör geldi, ey her hamur teknesine ihsanda bulunan dedi. Sen, sulara, yağmurlara hakimsin, ben de susuzum, su istiyorum. Ey beni suvaran medet, medet!
Kör kapıdan aceleyle gelince Ayşe görünmemek için derhal kaçtı. O temiz kadın, kıskanç peygamberin gayretini biliyordu. Kim daha güzelse kıskançlığı daha artıktır. Çünkü oğullarım kıskançlık nazdan meydana gelir.
Kokmuş kocakarılar, çirkinliklerinin, kartlılarını bilirler de kocalarına kendi elleriyle genç kadın alırlar, kendi elleriyle kendilerine ortak getirirler. İki alemde de Ahmed’in güzelliği gibi güzellik mi var? Tanrı nuru, ona yardım etmede. İki alemin nazı da onda olacak elbet. Bu bakımdan kıskançlık da, güneşten yüz kat daha parlak olan ona yaraşır.
Topumu zühal yıldızına attım. Yıldızlar yüzünüzü çevirin. Benim eşi olmayan parlaklığıma karşı yok olun. Yoksa nuruma karşı rüsvay olursunuz.
Ben her gece keremimden kaybolurum, gider gibi görünürüm, yoksa nereye gideceğim? Gider gibi görünürüm de, siz de bir gececik olsun bensiz şu alemde yarasalar gibi kanat çırpın! Tavus kuşları gibi kanatlarınızı gösterin, sarhoş olun baş çekin ululanın.
Fakat çarık nasıl Eyaz’ın mumu ise siz de arada bir o çirkin ayaklarınıza bakın. Benlikle sol taraf ehlinden olmayasınız diye kulağınızı çekmek için sabahleyin yüz gösteririm der. Bunu bırak da bu söz uzundur. Kün emri sözü uzatmayı nehyetmiştir.
Peygamber sınamak için “O kadar gizlenme, o seni görmüyor ki” dedi. Ayşe elleriyle işaret ederek “O görmüyor ama ben onu görüyorum ya” demek istedi.
Bu öğüt vericinin sözlerinin benzetmelerle, örneklerle dolu olması, aklın, ruhun güzelliğine karşı kıskançlığından onu göstermek istemeyişinden ileri gelir. Ruh, bu kadar gizliyken akıl, neden bu derece de onu kıskanır.
Onun nuru kendi yüzünü örtmüştür. A kıskanç, kimden gizleniyorsun? Bu güneş, yüzünü örtmeden seyredip durmada. Fakat onun şiddetli nuru, yüzüne perde olmada. Güneş bile ondan bir eser görmemekte. Artık sen, onu kimden gizlersin ki a kıskanç?
Fakat bende öyle bir kıskançlık var ki onu kendimden bile kıskanır, kendimden bile gizlemek isterim. Şiddetli kıskançlık ateşimden gözlerimle, kulaklarımla savaşa girmişim adeta.
Ey can, ey gönül! Mademki bu kadar kıskançsın, ağzını yum, sözü bırak bari. Fakat korkarım susarsam o güneş başka bir yerde perdesini yırtar, kendini gösterir. Sükutumuz ondan daha ziyade anlatmış olur. Onu görünmekten men edersek görünmeye olan meyl daha fazlalaşır.
Deniz coşup kükredi mi, kükreyişi köpük halinde görünür; köpürüşü, “Bilinmeyi diledim, sevdim de halkı yarattım” sırrını meydana getirir. Söz söylemekse o pencereyi kapatmak demektir. Söz söylemek, onu gizlemenin ta kendisidir.
Güle karşı bülbüle naralar at da ondan haberi olmayanlara korkusunu duyurma, oyala bu nağmelerle onları. Kulakları, sözle meşgul olsun da akılları, gülün yüzünü görme havasına kapılmasın. Hele pek aydın olan bu güneşin karşısında her delil hakikatte yol vurucudur.
Çalgıcı, sarhoş Türkün huzurunda nağmelere gizleyerek elest sırlarını söylemeye başladı:
Bilmem ki ay mısın, put mu? Bilmem ki benden ne istersin? Bilmem ki sana nasıl hizmet edeyim? Susup oturayım mı, yoksa söyleyeyim mi?
Şaşılacak şey şu: Hem benden ayrı değilsin, hem de ben neredeyim, sen neredesin? Bunu bir türlü bilmiyorum. Bilmiyorum beni nasıl çekiyor da bazen karalar da yürütüyor, bazen kan denizlerine gark ediyorsun. Böylece ağzını açıp bilmem, bilmiyorum demeye girişti, boyuna bu lafı söylüyordu. Bilmiyorum sözü haddi aşınca Türkümüz kızdı, kızıştı. Yerinden fırlayıp topuzunu çekti, çalgıcının başına çöktü. Hemen bir çavuş koşup topuzu yakaladı, çalgıcıyı öldürmek size yaraşmaz dedi.
Türk dedi ki: Bu sayısız tekerlemesi, kafamı şişirdi, bari ben onun kafasını ezeyim de görsün. A kaltaban, bilmiyorsan nane yeme... Biliyorsan ne söyleyeceksen söyle. A ahmak bildiğini söyle bari de bilmiyorum, bilmiyorum deyip durma.
Ben; neredensin, nerelisin be adam? Diye soruyorum. Sen, ne Herat’lıyım ne Belh’li... ne Bağdat’lıyım ne Musul’lu, ne de Tıraz’lı diyor, ne diye uzatıp duruyorsun. Nereliysen söyle bari de kurtul. Burada meramını söylememek aptallıktır.
Yahut da sana ne yedin diye soruversem ne şarap içtim, ne kebap yedim... Ne et yedim, ne tirit ne de mercimek diyorsun. Ne yediysen yalnız onu söyle kafi. Sözü uzun uzun gevelemek neden? Çalgıcı dedi ki: Maksadım gizli.
Senin nefyetmenden, yoktur demenden ispat senden ürküp kaçmada. Var olanı bir türlü bulamıyorsun. İspattan bir koku alasın diye nefyettim, bilmiyorum dedim. Bu sazı, nefiyle nağmelendirdim. Ölünce de ölüm, sana yaşayış sırlarını söyler.
Gülen nar, bağı bahceyi de güldürür;
Erlerle sohbet seni de erlere katar.
Katı taş olsan, mermer kesilsen bile bir gönül sahibine ulaştın mı inci olursun.
Tanrı, bize yardım etmek dilerse gönlümüze, ağlayıp inleme isteğini verir.
Ne mutlu gözdür o göz ki O'nun için ağlar;
Ne kutlu gönüldür ki O'nun için yanar-kavrulur.
Her ağlamanın sonu gülmektir;
Sonu gören kişi mutlu bir kuldur.
Nerde akarsu varsa orada yeşillik vardır;
Nerde akan gözyası varsa oraya Rahmet gelir.
İnleyen dolap gibi gözlerinden yaşlar saç da can alanında yeşillikler bitsin. Ağlamak istiyorsan gözyaşı dökenlere acı;
Acınmak isitiyorsan sen de acı aşıklara.
Gam gördün mü bağışlanma dile;
Çünkü gam, yaptıgı işi yaratıcısının buyruğuyla yapar.
Tanrı isterse gamın ta kendisi neşe olur;
Ayak bağının ta kendisi hürlük kesilir.
Ey oğul, gözünü açarsan yumuşaklık suyunun da Tanrı buyruğuyla varolduğunu görürsün, öfke ateşinin de.
Bu dünya zindandır;
Biz de dünyadaki mahpuslarız
Del zindanı kurtar kendini.
Geminin içindeki su, gemiyi batırır;
Gemi altındaki suysa gemiye arka olur.
Malı-mülkü gönlünden sürmüştü de
Bu yüzden Süleyman, ancak yoksul adını takınmıştı.
Ağzı kapalı testi, uçsuz-bucaksız denizin üstünde
Hava dolu bir gönülle yüzer-gider.
İçte yoksulluk havası oldu mu,
İnsan, dünya denizinin üstünde eğleşir.
Bu dünya, tümden onun mülküdür de
Gönlünün gözünde hiçbir şey değildir mal-mülk.
İmanını yenile; ama dille söyleyerek değil,
Gizlice dileğini yenileyen kişi.
Dile uyuş yenilendikçe iman yenilenemez;
Çünkü nefsin dileğine uyuş,
O kapının kilididir ancak.
Her şeyin adı, bize göre, görünüsüne uygundur;
Fakat Tanrı'ya göre içyüzüne uygundur.
Musa'ya göre sopasının adı sopadır;
Fakat Tanrı katında o sopanın adı ejderhadır.
Hasılı sonumuz ne olacaksa,
Tanrı katında gerçekten adımız odur bizim.
İnsanlarda gördüğün nice zulümler var ki bunlar,
Onlara vuran, huyundur senin.
İnananlar birbirinin aynasıdır;
Bu haberi Peygamber'den getirirler.
Sen dilersen ates tatlı su olur;
Dilemezsen su da ates kesilir.
Bizde ki su istek de senin icadin;
Zulümden kurtulmamız da senin lutfun.
Bu isteği biz istemeden vermişsin bize;
İhsan definesini herkese açmışsın.
Söz söylemek için önce duymak, dinlemek gerek.
Sen de söze, dinlemek yolundan gir.
Dilden, ağızdan ansızın çıkan söz, bil ki yaydan fırlamış bir oktur sanki.
Ay oğul, o ok, bir daha geri dönmez; suyu baştan kesmek gerek.
A dil,
Hem sonsuz bir haznesin sen;
Hem dermanı bulunmaz bir dertsin sen.
Yandım ben;
Birisi kavını tutuşturmak isterse
Benden tutustursun da
Bu çerçöpü alevlesin-gitsin.
Sel selliğini yapmaya,
Gürleyip akmaya başladı mı
Başından kes seli;
Yoksa her yanı rezil eder, yıkar gider.
Fakat yıkılacakmış alem,
Varsın yıkılsın, gam yemem ben;
Yıkık yerin altında padişahın definesi bulunur.
Tanrı'ya batmış kişi,
Daha da fazla batmak ister;
Can denizinin dalgası gibi alt-üst olmayı diler.
Denizin dibi mi daha hoş gelir ona, üstü mü,
O'nun oku mu daha güzeldir, kalkanı mı?
A gönül, neş'eyi beladan ayırd edersen, vesvese tarafından paralanmıs olursun.
Dileğine erişmekte şeker tadı bile olsa değil mi ki sevgili, dilekten vazgeçmeni istiyor; vazgeç dilekten.
A dost, aşıkların yaşayışı ölmektedir; gönül vermedikçe gönlü bulamazsın sen.
Ten gözü görebilir mi; gamlanman, gülmen hayale gelebilir mi?
Sen gamlanmaya, gülmeye bağlanmış gönüle,
Onu görmeye layık bir gönül deme.
Gama, gülüşe bağlı olan kişi, bu iki eğreti şeyle diridir.
O, sonu olmayan yemyeşil aşk bahçesinde, gamdan, neş'eden, başka ne de çok meyveler var.
Aşıklık bu iki halden de üstündür;
Baharsız, güzsüz yemyeşildir, teru tazedir.
Padişahın kulağı, gözü pencerededir;
Erkek olsun, kadın olsun, kimin canı neye çalışıyor,
Onu gözetleyip durur.
Dünyanın lütüflarda bulunması, yaltaklanması hoş bir lokmadır ama
Az ye o lokmayı;
Çünkü ateşlerle dolu bir lokmadır o.
Ateş gizlidir de tadı meydandadır;
Fakat dumanı işin sonunda belirir.
Erlerle sohbet seni de erlere katar.
Katı taş olsan, mermer kesilsen bile bir gönül sahibine ulaştın mı inci olursun.
Tanrı, bize yardım etmek dilerse gönlümüze, ağlayıp inleme isteğini verir.
Ne mutlu gözdür o göz ki O'nun için ağlar;
Ne kutlu gönüldür ki O'nun için yanar-kavrulur.
Her ağlamanın sonu gülmektir;
Sonu gören kişi mutlu bir kuldur.
Nerde akarsu varsa orada yeşillik vardır;
Nerde akan gözyası varsa oraya Rahmet gelir.
İnleyen dolap gibi gözlerinden yaşlar saç da can alanında yeşillikler bitsin. Ağlamak istiyorsan gözyaşı dökenlere acı;
Acınmak isitiyorsan sen de acı aşıklara.
Gam gördün mü bağışlanma dile;
Çünkü gam, yaptıgı işi yaratıcısının buyruğuyla yapar.
Tanrı isterse gamın ta kendisi neşe olur;
Ayak bağının ta kendisi hürlük kesilir.
Ey oğul, gözünü açarsan yumuşaklık suyunun da Tanrı buyruğuyla varolduğunu görürsün, öfke ateşinin de.
Bu dünya zindandır;
Biz de dünyadaki mahpuslarız
Del zindanı kurtar kendini.
Geminin içindeki su, gemiyi batırır;
Gemi altındaki suysa gemiye arka olur.
Malı-mülkü gönlünden sürmüştü de
Bu yüzden Süleyman, ancak yoksul adını takınmıştı.
Ağzı kapalı testi, uçsuz-bucaksız denizin üstünde
Hava dolu bir gönülle yüzer-gider.
İçte yoksulluk havası oldu mu,
İnsan, dünya denizinin üstünde eğleşir.
Bu dünya, tümden onun mülküdür de
Gönlünün gözünde hiçbir şey değildir mal-mülk.
İmanını yenile; ama dille söyleyerek değil,
Gizlice dileğini yenileyen kişi.
Dile uyuş yenilendikçe iman yenilenemez;
Çünkü nefsin dileğine uyuş,
O kapının kilididir ancak.
Her şeyin adı, bize göre, görünüsüne uygundur;
Fakat Tanrı'ya göre içyüzüne uygundur.
Musa'ya göre sopasının adı sopadır;
Fakat Tanrı katında o sopanın adı ejderhadır.
Hasılı sonumuz ne olacaksa,
Tanrı katında gerçekten adımız odur bizim.
İnsanlarda gördüğün nice zulümler var ki bunlar,
Onlara vuran, huyundur senin.
İnananlar birbirinin aynasıdır;
Bu haberi Peygamber'den getirirler.
Sen dilersen ates tatlı su olur;
Dilemezsen su da ates kesilir.
Bizde ki su istek de senin icadin;
Zulümden kurtulmamız da senin lutfun.
Bu isteği biz istemeden vermişsin bize;
İhsan definesini herkese açmışsın.
Söz söylemek için önce duymak, dinlemek gerek.
Sen de söze, dinlemek yolundan gir.
Dilden, ağızdan ansızın çıkan söz, bil ki yaydan fırlamış bir oktur sanki.
Ay oğul, o ok, bir daha geri dönmez; suyu baştan kesmek gerek.
A dil,
Hem sonsuz bir haznesin sen;
Hem dermanı bulunmaz bir dertsin sen.
Yandım ben;
Birisi kavını tutuşturmak isterse
Benden tutustursun da
Bu çerçöpü alevlesin-gitsin.
Sel selliğini yapmaya,
Gürleyip akmaya başladı mı
Başından kes seli;
Yoksa her yanı rezil eder, yıkar gider.
Fakat yıkılacakmış alem,
Varsın yıkılsın, gam yemem ben;
Yıkık yerin altında padişahın definesi bulunur.
Tanrı'ya batmış kişi,
Daha da fazla batmak ister;
Can denizinin dalgası gibi alt-üst olmayı diler.
Denizin dibi mi daha hoş gelir ona, üstü mü,
O'nun oku mu daha güzeldir, kalkanı mı?
A gönül, neş'eyi beladan ayırd edersen, vesvese tarafından paralanmıs olursun.
Dileğine erişmekte şeker tadı bile olsa değil mi ki sevgili, dilekten vazgeçmeni istiyor; vazgeç dilekten.
A dost, aşıkların yaşayışı ölmektedir; gönül vermedikçe gönlü bulamazsın sen.
Ten gözü görebilir mi; gamlanman, gülmen hayale gelebilir mi?
Sen gamlanmaya, gülmeye bağlanmış gönüle,
Onu görmeye layık bir gönül deme.
Gama, gülüşe bağlı olan kişi, bu iki eğreti şeyle diridir.
O, sonu olmayan yemyeşil aşk bahçesinde, gamdan, neş'eden, başka ne de çok meyveler var.
Aşıklık bu iki halden de üstündür;
Baharsız, güzsüz yemyeşildir, teru tazedir.
Padişahın kulağı, gözü pencerededir;
Erkek olsun, kadın olsun, kimin canı neye çalışıyor,
Onu gözetleyip durur.
Dünyanın lütüflarda bulunması, yaltaklanması hoş bir lokmadır ama
Az ye o lokmayı;
Çünkü ateşlerle dolu bir lokmadır o.
Ateş gizlidir de tadı meydandadır;
Fakat dumanı işin sonunda belirir.
-Hiç bir şeye sahip değilseniz,
-Hiç bir şey kaybedemezsiniz.
-William Shakespeare
-Her zaman doğruyu söylersen,
-Ne dediğini hatırlamak zorunda kalmazsın.
-Mark Twain
-Her zaman insanlar benimle ayni fikirde olsa;
-Hatalı olduğumu düşünürdüm.
-Oscar Wilde
-Her şeyin bir güzelliği vardır,
-Herkes göremese de....
-Konficyus
-Kimse sana senden iyi oğut veremez.
-Cicero
-İnsanda hayallerin yerini anılar almaya başlamişsa, yaşlılık başlamış demektir.
-James Brewer-
- Kalp ne ile doluysa, dudaklardan dökülür gider.
-GOETHE-
- Öyle adamlar gördüm üstünde elbisesi yok, öyle elbiseler gördüm içinde adam yok.
-MEVLANA-
- Para herseyi yapar diyen adam, Para için herseyi yapan adamdır.
-Benjamin Franklin-
-İstediğiniz bazı şeylere sahip olamamak , mutluluğun bir parçasıdır.
-B.RUSSEL-
- Söz kalpten çıkarsa kalbe kadar gider, dilden çıkarsa kulağı aşamaz.
-ARAP ATASOZU-
- İyiliği gizli yapanlar, Tanrıya inananlardır.
-BALZAC-
- Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler , elinden büyük iş gelmeyenlerdir.
-EFLATUN-
- Birçok insan mutluluğu burnunun üstünde unutuğu gözlük gibi etrafta arar.
-İnsanların yaptığı sahte paralar kadar, paraların yaptığı sahte insanlar vardir.
-İnsanlar sahip olduklarını küçümser, sahip olamadıklarını önemser.
-Satranç oyununda, oyun bittiği zaman şah da piyon da ayni kutuya atılırlar.
- Dal rüzgari affetmiştir ama, kırılmıştır bir kere.
- Bildigini bilenin, arkasindan gidiniz. Bildigini bilmeyeni, uyandiriniz. Bilmediğini bilene, ögretiniz. Bilmediğini bilmeyenden, kaçınız.
-KONFIÇYÜS-
- Gül sunan bir elde, daima bir miktar gül kokusu kalir.
-Çin atasözü-
- Ölümün bizi nerede beklediği belli değil , iyisimi biz onu her yerde bekleyelim.
-Montaigne-
-Ayrılık, küçük sevgileri yok eder, büyük sevgileri dahada yüceltir. Tıpkı rüzgarin mumu söndürüp ateşi ise dahada alevlendirdiği gibi...
-İnsanlar görüntüleriyle karşılanır, şahsiyetleriyle uğurlanır.
"ŞEREFLE BİTİRİLMESİ GEREKEN EN AĞIR GÖREV HAYATTIR..
BU NEDENLE BİR LOKMA EKMEK İÇİN ŞEREFİNİ AYAKLAR ALTINA ALMAYA,
BİR ANLIK ZEVK İÇİN NAMUSUNU LEKELEMEYE,
BİR ZAMANLIK MEVKİ İÇİN AYAK ÖPMEYE,
GÜNLÜK MENFAATLERİN İÇİN FAZİLETİNİ KARARTMAYA DEĞMEZ."
-Hiç bir şey kaybedemezsiniz.
-William Shakespeare
-Her zaman doğruyu söylersen,
-Ne dediğini hatırlamak zorunda kalmazsın.
-Mark Twain
-Her zaman insanlar benimle ayni fikirde olsa;
-Hatalı olduğumu düşünürdüm.
-Oscar Wilde
-Her şeyin bir güzelliği vardır,
-Herkes göremese de....
-Konficyus
-Kimse sana senden iyi oğut veremez.
-Cicero
-İnsanda hayallerin yerini anılar almaya başlamişsa, yaşlılık başlamış demektir.
-James Brewer-
- Kalp ne ile doluysa, dudaklardan dökülür gider.
-GOETHE-
- Öyle adamlar gördüm üstünde elbisesi yok, öyle elbiseler gördüm içinde adam yok.
-MEVLANA-
- Para herseyi yapar diyen adam, Para için herseyi yapan adamdır.
-Benjamin Franklin-
-İstediğiniz bazı şeylere sahip olamamak , mutluluğun bir parçasıdır.
-B.RUSSEL-
- Söz kalpten çıkarsa kalbe kadar gider, dilden çıkarsa kulağı aşamaz.
-ARAP ATASOZU-
- İyiliği gizli yapanlar, Tanrıya inananlardır.
-BALZAC-
- Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler , elinden büyük iş gelmeyenlerdir.
-EFLATUN-
- Birçok insan mutluluğu burnunun üstünde unutuğu gözlük gibi etrafta arar.
-İnsanların yaptığı sahte paralar kadar, paraların yaptığı sahte insanlar vardir.
-İnsanlar sahip olduklarını küçümser, sahip olamadıklarını önemser.
-Satranç oyununda, oyun bittiği zaman şah da piyon da ayni kutuya atılırlar.
- Dal rüzgari affetmiştir ama, kırılmıştır bir kere.
- Bildigini bilenin, arkasindan gidiniz. Bildigini bilmeyeni, uyandiriniz. Bilmediğini bilene, ögretiniz. Bilmediğini bilmeyenden, kaçınız.
-KONFIÇYÜS-
- Gül sunan bir elde, daima bir miktar gül kokusu kalir.
-Çin atasözü-
- Ölümün bizi nerede beklediği belli değil , iyisimi biz onu her yerde bekleyelim.
-Montaigne-
-Ayrılık, küçük sevgileri yok eder, büyük sevgileri dahada yüceltir. Tıpkı rüzgarin mumu söndürüp ateşi ise dahada alevlendirdiği gibi...
-İnsanlar görüntüleriyle karşılanır, şahsiyetleriyle uğurlanır.
"ŞEREFLE BİTİRİLMESİ GEREKEN EN AĞIR GÖREV HAYATTIR..
BU NEDENLE BİR LOKMA EKMEK İÇİN ŞEREFİNİ AYAKLAR ALTINA ALMAYA,
BİR ANLIK ZEVK İÇİN NAMUSUNU LEKELEMEYE,
BİR ZAMANLIK MEVKİ İÇİN AYAK ÖPMEYE,
GÜNLÜK MENFAATLERİN İÇİN FAZİLETİNİ KARARTMAYA DEĞMEZ."
Bir bakkal vardı, onun bir de dudusu vardı. Yeşil, güzel sesli ve söyler duduydu. Dükkanda dükkan bekçiliği yapar; bütün alış veriş edenlere hoş nükteler söyler, latifeler ederdi. İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu, dudu gibi ötmede de mahareti vardı.
Efendisi bir gün evine gitmişti. Dudu, dükkanı gözetliyordu. Ansızın fare tutmak için bir kedi, dükkana sıçradı. Duducağız can korkusundan, dükkanın baş köşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişesini de döktü.
Sahibi evden çıkageldi. Tacircesine huzuru kalple dükkana geçti oturdu. Bir de baktı ki dükkan yağ içinde, elbisesi yağa bulanmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu. Dudu birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi.
Bakkal nedametten ah etmeye başladı. Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına girdi. O zaman keşke elim kırılsaydı; o güzel sözlünün başına nasıl oldu da vurdum?
Kuşu yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekteydi.
Üç gün üç gece sonra şaşkın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkanda otururken, ve binlerce gussaya, gama eş olup; bu kuş acaba ne vakit konuşacak; diye düşünüp dururken, Ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlaki geçiyordu. Dudu hemencecik dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı:
“Ey kel, neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün? “ Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.
Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma, gerçi yazıda (aslan manasına gelen) şir, (süt manasına gelen) şire benzer. Bütün alem bu sebepten yol azıttılar.
Tanrı Abdallarından az kişi agah oldu. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velileri de kendileri gibi sandılar.
Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Bizde uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da. “Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler. Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hasıl oldu, ondan bal. Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk.Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.
Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarında bulunan yetmiş yıllık farkı sen gör! Bu, yer; ondan pislik çıkar... o, yer; kamilen Tanrı nuru olur. Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder... o, yer; ondan tamamı ile Tek Tanrı’nın nuru husule gelir. Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir o şeytan ve canavar!
Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır. Zevk sahibinden başka kim anlayabilir?
Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar. (Zevk sahibi olmayan) sihri, mucize ile mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.
Musa ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asası gibi asa aldılar. Bu asa ile o asa arasında çok fark var, bu işle o işin arasıda pek büyük bir yol var. Bu işin ardında Tanrı laneti var, o işe karşılık da vade vefa olarak Tanrı rahmeti var. Kafirler inatlaşmada maymun tabiatlıdırlar. Tabiat, içte, gönülde bir afettir.
İnsan ne yaparsa maymunda yapar; maymun her zaman insandan gördüğünü yapıp durur. O, “Bende onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahluk aradaki farkı nereden bilecek? Bu emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için.
İnatçı kişilerin başlarına toprak saç! O münafık, muvafıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyaz ve tazarru için değil.
Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekatta münafıkla kazanıp kaybetmektedirler. Müminler için nihayet kazanç vardır, münafıka da ahirette mat olma.İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li öbürü Rey’li!
Her biri kendi makamına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.
Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münafık derlerse sertleşir, ateş kesilir. Onun adı zatı yüzünden sevgilidir. Bunun adının sevilmemesi, afetleri yüzünden, nifakla sıfatlanmış olan zatından dolayıdır.
Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak tarif içindir. Ona münafık dersen... o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar. Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse niçin cehennem tadı var? O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı kaptan değildir.
Harf kaptır ondaki mana su gibidir. Mana denizi de “Ümm-ül-Kitap” yanında bulunan, kendisinde olan zattır.
Dünya da acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz karışmazlar. Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, ta... onun aslına kadar yürü.
Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge vurmadıkça tahmini olarak bilemezsin.
Tanrı kimin ruhuna mehenk korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırdedebilir.
Diri bir kişinin ağzına bir sıçrayıp girse o adam, onu dışarı çıkarıp attığı zaman rahatlar. Binlerce lokma arasında ağzına ufacık bir çöp girdi mi, diri kişinin hissi onu duyar sezer.
Dünya hissi, bu cihanın merdivenidir, din hisside göklerin merdiveni. Bu hissin sağlığını hekimden isteyiniz, o hissin sağlığını Habib’den (H.Muhammed’den) . Bu hissin sağlığı, vücut sağlamlığındandır, o hissin sağlığı vücudu harabetmektedir. Can yolu, mutlaka cismi viran eder, onu yıktıktan sonra da yapar.
Ne mutludur ve ne kutludur o can ki mana aşkıyla evini, barkını, mülkünü, malını bağışlamıştır. Altın definesi için evi harabetmiştir; fakat o altın definesini elde ettikten sonra o evi daha mamur bir hale getirmiştir. Suyu kesmiş suyun aktığı yolu temizlemiş, ondan sonra arka içilecek su akıtılmıştır.
Deriyi yarmış,termeni çıkarmış... ondan sonra orada yepyeni bir deri bitmiştir. Kaleyi yıkıp kafirden almış, ondan sonra oraya yüzlerce burç ve hendek yapmıştır.
Hikmetinden sual edilmeyen Tanrı'’nın işini kim anlayabilir, o işin hakikatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir. Gah böyle gösterir, gah bunun aksini.
Din işinin kühnünü anlamaya imkan yoktur. Ona ancak hayran olunur. Fakat din işinde hayrete düşen, arkasını ona çevirmiş ondan haberi olmayan bir hayran değil, sevgiliye dalmış, onun yüzünden sarhoş olmuş, kendisinden geçmiş bir hayrandır.
Birisinin yüzü sevgiliye karşıdır, öbürünün yüzü yine kendisine doğru. Her ikisinin yüzüne de bak. Her ikisinin yüzünü de hatırında tut. Hizmet dolayısıyla yüz tanır olman mümkündür. Zira nice insan suratlı şeytan vardır. Binaenaleyh her ele el vermek layık değildir.
Kuş tutan avcı, kuşu avlamak için ıslık çalar, ötme taklidi yapar. Aşağılık kişi dervişlerin sözlerini, bir selim kalpli kişiye afsun okumak, onu afsunlamak için çalar.
Erlerin huyu açıklık ve sıcaklıktır. Aşağılıkların işi hile ve utanmazlıktır. Dilenmek için yünden aslan yaparlar. (yol aslanlarının şekline bürünür, onlar gibi görünürler),
Ebu Museylim’e Ahmet lakabı verirler. Ebu Müseylim’in lakabı yalancı olarak kaldı, Muhammed’e de akıllar sahibi dendi. O hak şarabının mührü, şişenin kapağı; halis misktir. Adi şarabın mührü, şişesinin kapağı ise pis koku ve azaptır.
Efendisi bir gün evine gitmişti. Dudu, dükkanı gözetliyordu. Ansızın fare tutmak için bir kedi, dükkana sıçradı. Duducağız can korkusundan, dükkanın baş köşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişesini de döktü.
Sahibi evden çıkageldi. Tacircesine huzuru kalple dükkana geçti oturdu. Bir de baktı ki dükkan yağ içinde, elbisesi yağa bulanmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu. Dudu birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi.
Bakkal nedametten ah etmeye başladı. Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına girdi. O zaman keşke elim kırılsaydı; o güzel sözlünün başına nasıl oldu da vurdum?
Kuşu yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekteydi.
Üç gün üç gece sonra şaşkın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkanda otururken, ve binlerce gussaya, gama eş olup; bu kuş acaba ne vakit konuşacak; diye düşünüp dururken, Ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlaki geçiyordu. Dudu hemencecik dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı:
“Ey kel, neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün? “ Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.
Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma, gerçi yazıda (aslan manasına gelen) şir, (süt manasına gelen) şire benzer. Bütün alem bu sebepten yol azıttılar.
Tanrı Abdallarından az kişi agah oldu. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velileri de kendileri gibi sandılar.
Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Bizde uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da. “Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler. Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hasıl oldu, ondan bal. Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk.Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.
Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarında bulunan yetmiş yıllık farkı sen gör! Bu, yer; ondan pislik çıkar... o, yer; kamilen Tanrı nuru olur. Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder... o, yer; ondan tamamı ile Tek Tanrı’nın nuru husule gelir. Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir o şeytan ve canavar!
Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır. Zevk sahibinden başka kim anlayabilir?
Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar. (Zevk sahibi olmayan) sihri, mucize ile mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.
Musa ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asası gibi asa aldılar. Bu asa ile o asa arasında çok fark var, bu işle o işin arasıda pek büyük bir yol var. Bu işin ardında Tanrı laneti var, o işe karşılık da vade vefa olarak Tanrı rahmeti var. Kafirler inatlaşmada maymun tabiatlıdırlar. Tabiat, içte, gönülde bir afettir.
İnsan ne yaparsa maymunda yapar; maymun her zaman insandan gördüğünü yapıp durur. O, “Bende onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahluk aradaki farkı nereden bilecek? Bu emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için.
İnatçı kişilerin başlarına toprak saç! O münafık, muvafıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyaz ve tazarru için değil.
Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekatta münafıkla kazanıp kaybetmektedirler. Müminler için nihayet kazanç vardır, münafıka da ahirette mat olma.İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li öbürü Rey’li!
Her biri kendi makamına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.
Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münafık derlerse sertleşir, ateş kesilir. Onun adı zatı yüzünden sevgilidir. Bunun adının sevilmemesi, afetleri yüzünden, nifakla sıfatlanmış olan zatından dolayıdır.
Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak tarif içindir. Ona münafık dersen... o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar. Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse niçin cehennem tadı var? O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı kaptan değildir.
Harf kaptır ondaki mana su gibidir. Mana denizi de “Ümm-ül-Kitap” yanında bulunan, kendisinde olan zattır.
Dünya da acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz karışmazlar. Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, ta... onun aslına kadar yürü.
Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge vurmadıkça tahmini olarak bilemezsin.
Tanrı kimin ruhuna mehenk korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırdedebilir.
Diri bir kişinin ağzına bir sıçrayıp girse o adam, onu dışarı çıkarıp attığı zaman rahatlar. Binlerce lokma arasında ağzına ufacık bir çöp girdi mi, diri kişinin hissi onu duyar sezer.
Dünya hissi, bu cihanın merdivenidir, din hisside göklerin merdiveni. Bu hissin sağlığını hekimden isteyiniz, o hissin sağlığını Habib’den (H.Muhammed’den) . Bu hissin sağlığı, vücut sağlamlığındandır, o hissin sağlığı vücudu harabetmektedir. Can yolu, mutlaka cismi viran eder, onu yıktıktan sonra da yapar.
Ne mutludur ve ne kutludur o can ki mana aşkıyla evini, barkını, mülkünü, malını bağışlamıştır. Altın definesi için evi harabetmiştir; fakat o altın definesini elde ettikten sonra o evi daha mamur bir hale getirmiştir. Suyu kesmiş suyun aktığı yolu temizlemiş, ondan sonra arka içilecek su akıtılmıştır.
Deriyi yarmış,termeni çıkarmış... ondan sonra orada yepyeni bir deri bitmiştir. Kaleyi yıkıp kafirden almış, ondan sonra oraya yüzlerce burç ve hendek yapmıştır.
Hikmetinden sual edilmeyen Tanrı'’nın işini kim anlayabilir, o işin hakikatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir. Gah böyle gösterir, gah bunun aksini.
Din işinin kühnünü anlamaya imkan yoktur. Ona ancak hayran olunur. Fakat din işinde hayrete düşen, arkasını ona çevirmiş ondan haberi olmayan bir hayran değil, sevgiliye dalmış, onun yüzünden sarhoş olmuş, kendisinden geçmiş bir hayrandır.
Birisinin yüzü sevgiliye karşıdır, öbürünün yüzü yine kendisine doğru. Her ikisinin yüzüne de bak. Her ikisinin yüzünü de hatırında tut. Hizmet dolayısıyla yüz tanır olman mümkündür. Zira nice insan suratlı şeytan vardır. Binaenaleyh her ele el vermek layık değildir.
Kuş tutan avcı, kuşu avlamak için ıslık çalar, ötme taklidi yapar. Aşağılık kişi dervişlerin sözlerini, bir selim kalpli kişiye afsun okumak, onu afsunlamak için çalar.
Erlerin huyu açıklık ve sıcaklıktır. Aşağılıkların işi hile ve utanmazlıktır. Dilenmek için yünden aslan yaparlar. (yol aslanlarının şekline bürünür, onlar gibi görünürler),
Ebu Museylim’e Ahmet lakabı verirler. Ebu Müseylim’in lakabı yalancı olarak kaldı, Muhammed’e de akıllar sahibi dendi. O hak şarabının mührü, şişenin kapağı; halis misktir. Adi şarabın mührü, şişesinin kapağı ise pis koku ve azaptır.
"Ve gece bir deniz kızı gibiydi. Şarkılarla başladı yıldız yıldız; köpük köpük.
Kah bir çöl rüzgarı gibi yakıcı, kah bir çöl gecesi kadar serin.
Hangi beste sözün musikisiyle, sözün füsunuyla boy ölçüşebilir.
Kelime kanattır, kelime buse.
Ve gece bir deniz kızı gibi başladı. Harikulade gözleri vardı gecenin.
Ve saçları bir kucak alevdiler ve dudaklarında bütün yaraları kapayan, bütün zilletlerin hatırasını silen bir iksir.
Salzburg tuzlalarına atılan kuru dallar, bir zaman sonra bir kristal hevengi olarak çıkartılırmış; artık dal kaybolurmuş,
gözleri kamaşırmış insanın. Kainatta farkına vardığımız her yeni güzellik, bizi hayrete düşüren bir keşif olup çıkar.
Aa, deriz, tıpkı onun sesi, tıpkı onun bakışı, tıpkı onun kahkahası.
Kristalizasyon yüzünden günün birinde kendi yarattığımız bir hayale aşık olduğumuzu, hayretler içinde görürüz.
Tecrübe güvensizlik yaratır. Gittikçe kristalizasyon kabiliyetimiz azalır.
İkinci aşk, yozlaşmış bir aşktır.
Aşkın hazları, ilham ettiği korkular ölçüsünde büyüktür.
Yalnız seninim. Ve yalnız beni düşündüğün müddetçe aşkımızın ömrü ebedidir.
Büyüyü ancak ihanetin bozar. Manevi ihanetin.
Bir an için gözbebeklerinde raksedecek herhangi bir yabancı hayal, o zaman bu rüya bir kabusa döner ve bir uçurumun kıyısında uyanırsın.
Kah bir çöl rüzgarı gibi yakıcı, kah bir çöl gecesi kadar serin.
Hangi beste sözün musikisiyle, sözün füsunuyla boy ölçüşebilir.
Kelime kanattır, kelime buse.
Ve gece bir deniz kızı gibi başladı. Harikulade gözleri vardı gecenin.
Ve saçları bir kucak alevdiler ve dudaklarında bütün yaraları kapayan, bütün zilletlerin hatırasını silen bir iksir.
Salzburg tuzlalarına atılan kuru dallar, bir zaman sonra bir kristal hevengi olarak çıkartılırmış; artık dal kaybolurmuş,
gözleri kamaşırmış insanın. Kainatta farkına vardığımız her yeni güzellik, bizi hayrete düşüren bir keşif olup çıkar.
Aa, deriz, tıpkı onun sesi, tıpkı onun bakışı, tıpkı onun kahkahası.
Kristalizasyon yüzünden günün birinde kendi yarattığımız bir hayale aşık olduğumuzu, hayretler içinde görürüz.
Tecrübe güvensizlik yaratır. Gittikçe kristalizasyon kabiliyetimiz azalır.
İkinci aşk, yozlaşmış bir aşktır.
Aşkın hazları, ilham ettiği korkular ölçüsünde büyüktür.
Yalnız seninim. Ve yalnız beni düşündüğün müddetçe aşkımızın ömrü ebedidir.
Büyüyü ancak ihanetin bozar. Manevi ihanetin.
Bir an için gözbebeklerinde raksedecek herhangi bir yabancı hayal, o zaman bu rüya bir kabusa döner ve bir uçurumun kıyısında uyanırsın.
Dalları dağınık selvi ağacının altındaki
Boş banka oturdum, niyetim okumaktı....
Kaşlarım çatık, hayata küskündüm,
Çünkü dünya beni üzmeye niyetliydi....
Sanki tüm bunlar günü mahvetmeye yetmezmiş gibi.,
Bir küçük çocuk çıkageldi..
Başı öne eğik önümde durdu...
Ve heyecan içinde “ Bak ben ne buldum?”dedi...
Elinde zavallı bir çiçek duruyordu..
Yaprakları susuzluk ve ışıksızlıktan solgun...
Çiçeği almamı istiyordu ki bir an önce oyununa dönsün...
Yapmacık bir şekilde gülümsedim ve yana doğru kaydım..
Oysa uzaklaşacağına yanıma oturdu..
Çiçeği burnuna götürüp kokladı ve abartılı bir şaşkınlıkla:
“Çok güzel kokuyor ve çok da güzel...Ben onun için bunu size kopardım..”dedi
Bana uzattığı bitki ölüyordu ya da ölmüştü..
Ne parlak bir turuncu, sarı ne de kırmızıydı..
Ama onu almazsam çekip gitmeyecekti...
Elimi almak için uzattım ve dedim ki : “ Tam istediğim gibi..”,
Ama o ne yaptı?
Çiçeği bana vereceğine,
Havaya uzattı......
İşte o an anladım ki
Çiçek veren bu çocuk
Bir KÖRDÜ...
Sesim titriyordu, gözyaşım güneşte parlıyordu
Ve ona “ En güzel çiçeği” bana verdiği için teşekkür ettim.
“Bir şey değil”dedi...
Tekrar oynamaya koşarken...
Günümü nasıl altüst ettiğini bilmeden!!!
Orada durdum ve...
O ağacın altındaki o çaresiz kadını nasıl gördüğünü düşündüm.....
O umutsuz, kötü durumumu nasıl bilmişti?
Belki de yüreğiydi, gerçeklerle kutsanmıştı...
Kör bir çocuğun gözlerinden görebilmiştim en sonunda
Suçun dünyada değil bende olduğunu..
Tüm zamanlar boyunca KÖR olan bendim...
Şimdi artık yaşamdaki güzellikleri görmek
Ve her saniye için teşekkür etmek
Yapmam gerekendi...
O solmuş çiçeği alıp burnuma götürdüm...
Ve nefis kokusuyla içimi doldurdum...
Baktım çocuk elinde başka ölü bir çiçekle
Yaşlı bir adamın yaşamını değiştirmek için gitmekte...
Boş banka oturdum, niyetim okumaktı....
Kaşlarım çatık, hayata küskündüm,
Çünkü dünya beni üzmeye niyetliydi....
Sanki tüm bunlar günü mahvetmeye yetmezmiş gibi.,
Bir küçük çocuk çıkageldi..
Başı öne eğik önümde durdu...
Ve heyecan içinde “ Bak ben ne buldum?”dedi...
Elinde zavallı bir çiçek duruyordu..
Yaprakları susuzluk ve ışıksızlıktan solgun...
Çiçeği almamı istiyordu ki bir an önce oyununa dönsün...
Yapmacık bir şekilde gülümsedim ve yana doğru kaydım..
Oysa uzaklaşacağına yanıma oturdu..
Çiçeği burnuna götürüp kokladı ve abartılı bir şaşkınlıkla:
“Çok güzel kokuyor ve çok da güzel...Ben onun için bunu size kopardım..”dedi
Bana uzattığı bitki ölüyordu ya da ölmüştü..
Ne parlak bir turuncu, sarı ne de kırmızıydı..
Ama onu almazsam çekip gitmeyecekti...
Elimi almak için uzattım ve dedim ki : “ Tam istediğim gibi..”,
Ama o ne yaptı?
Çiçeği bana vereceğine,
Havaya uzattı......
İşte o an anladım ki
Çiçek veren bu çocuk
Bir KÖRDÜ...
Sesim titriyordu, gözyaşım güneşte parlıyordu
Ve ona “ En güzel çiçeği” bana verdiği için teşekkür ettim.
“Bir şey değil”dedi...
Tekrar oynamaya koşarken...
Günümü nasıl altüst ettiğini bilmeden!!!
Orada durdum ve...
O ağacın altındaki o çaresiz kadını nasıl gördüğünü düşündüm.....
O umutsuz, kötü durumumu nasıl bilmişti?
Belki de yüreğiydi, gerçeklerle kutsanmıştı...
Kör bir çocuğun gözlerinden görebilmiştim en sonunda
Suçun dünyada değil bende olduğunu..
Tüm zamanlar boyunca KÖR olan bendim...
Şimdi artık yaşamdaki güzellikleri görmek
Ve her saniye için teşekkür etmek
Yapmam gerekendi...
O solmuş çiçeği alıp burnuma götürdüm...
Ve nefis kokusuyla içimi doldurdum...
Baktım çocuk elinde başka ölü bir çiçekle
Yaşlı bir adamın yaşamını değiştirmek için gitmekte...
'aynı kadınla iki kez
evlenerek hayatımı mahvettim'demiş
William Saroyan.
hayatlarımızı mahvedecek bir şeyler
her zaman vardır,
William,
neyin veya kimin
bizi önce
bulduğuna
bakar,
mahvolmaya hep
hazırızdır.
mahvolmuş hayatlar
olağandır
bilgeler için de
ahmaklar için de.
ancak
o mahvolmuş hayat
bizimki olduğunda,
işte o zaman
farkına varırız
intiharların, ayyaşların, hapishane
kuşlarının, uyuşturucu müptelaları
ve benzerlerinin.
varoluşun
menekşeler kadar,
gökkuşağı
kasırga
ve
tamtakır
mutfak
dolabı
kadar
olağan
bir
parçası
olduklarının.
evlenerek hayatımı mahvettim'demiş
William Saroyan.
hayatlarımızı mahvedecek bir şeyler
her zaman vardır,
William,
neyin veya kimin
bizi önce
bulduğuna
bakar,
mahvolmaya hep
hazırızdır.
mahvolmuş hayatlar
olağandır
bilgeler için de
ahmaklar için de.
ancak
o mahvolmuş hayat
bizimki olduğunda,
işte o zaman
farkına varırız
intiharların, ayyaşların, hapishane
kuşlarının, uyuşturucu müptelaları
ve benzerlerinin.
varoluşun
menekşeler kadar,
gökkuşağı
kasırga
ve
tamtakır
mutfak
dolabı
kadar
olağan
bir
parçası
olduklarının.